ADALAR'da TARİHTE O GÜN:
22 Aralık 1912 Pazar günlü, Büyükada ahalisinden ve Osmanlı tebeasından olup Almanya'nın Drest şehrinde ticaretle meşgul olan Kostantin Petridi Oğlu'nun Avusturya tabiiyyetine duhulüne dair...
* * *
* * *
11 Şubat 2012 Cumartesi
Büyükada'da HAVA DURUMU*
Çok bulutlu
-3/3ºC
%55-82 nem
Gündoğusu, D 25km/sa
Gündoğuşu 07:05... Günbatışı 17:31...
1- Elif Sezgin: "Ormanda Dino'yla karşılaştım!..."
2- Doğan Kuban: "Kentin tarihini, kullanım alanlarını, eski boyutlarını ve anı taşıyan yerlerini yakıp yıkarak ve saygısız yapılarla doldurarak yok ettik!..."
3- Selin Aygün: "Ama bence Büyükada’nın en güzeli, annem Gönül (Atalay) Sezer..."
4- Sibel Güvenç: "CHP kayıtlı üyesi olan, delege seçimlerinde koşa koşa oy kullanmaya gelen Mürsel Polat'ın, ADALAR POSTASI-2659/7 (10.2.2012)'de Kent Konseyi'yle ilgili bilgileri verişindeki üslubu kınıyorum..."
5- Adalar Belediyesi'nden ne haber?: "Adalar Belediyesi EMIT'te..."
6- Dünya Anıtlar İzleme Kurulu'nun (World Monuments Watch), "Dünyanın En Tehlikedeki 100 Anıtı" listesinde bulunan Büyükada Rum Yetimhanesi...
7- Ersin Süzer: "Bugüne kadar yemediğiniz kadar lezzetli midye yemek ve İstanbul’un en bakir koyunda kısa bir tatil yapmak istiyorsanız doğru Heybeliada’ya..."
8- Selin Kutucular: "Hepsinden güzeli hamur işi sofranız bereketiyle doyuruyorsa vapur çıkışı gelip geçeni işte burası Büyükada'dır..."
9- Hakan Öge: "Damdan kedi kurtarma operasyonu..."
10- Büyükada Deniz Kulübü: "Denizin bereketi..."
11- Yasemin Mori: "N'olur N'olur N'olur..."
)O(
@ecif
Ormanda Dino'yla karşılaştım!...
Gezintiye çıkmış öyle dedi...
Cumhuriyet-Bilim Teknik, 10.02.2012
•KÜLTÜR•
Kentte Tarihi Mirasın Mitosu
Kentte tarihi mirasın korunması, artık ‘bye bye öptüm’ cümlesi kadar kötü bir tekerleme. Türkiye’de temcit pilavı gibi kullanılan ve toplumun cehaletini ve duyarsızlık zırhını delemeyen çoktan içeriğini yitirmiş bir klişe. Klişe eski amma, neredeyse hiç uygulanmadığı için, bir uygarlık önerisi olarak hâlâ yeni. Ve acıklı olan, üniversitelerin her bir restorasyon bölümüne, tarihi görünümü korunmuş bir sokak göstermek neredeyse olanaksız.
‘Çevre koruma’ uygulama aşamasına geçemediği için, arşive kaldırılan sayısız uygarlık klişelerinden birisi. Tarihi çevrenin korunması klişesi, cahil toplumların uygarlaşması sorununun, gökdelen, otomobil, televizyon ve telefon gibi çağdaş teknolojiler yanında devede kulak bir statüsü olduğunu anımsatıyor. Bu durumun korkutucu tarafı da uygulama aşamasına ulaşamadan korunacak çevrenin yok olması. İstanbul gibi bir kentin, ya da Anadolu gibi ülkenin sahip olması gereken toplumsal duyarlığın gelişemediğini, dolayısıyla bir uygar ülke imgesinin tamamlanamadığını gösteriyor.
Kimsenin Köln Katedrali’ni, Süleymaniye’yi ya da Tac Mahal’i yok etme gibi bir niyeti yok. Büyük dini yapıları bir yana bırakırsak, tarihi çevrenin korunması toplumun tarih bilinci sorunundan öte, kentlerin her dönemde yıkılıp yinelenmeleri gibi, hem ekonomik bir israf, hem insanın kendini bir süreklilik içinde hissetmesi ya da hissedememesi gibi toplum psikolojisiyle ilgili bir olgudur.
Bu bağlamda, bugünkü kentlilerin dünkü köylü olmalarının önemli bir handikap oluşturduğu açık.
Köylü, yeni öğrendiği, yaşamıyla yüzeysel bir ilişki kurduğu, fiziksel varlığını ve tarihini hiç bilmediği ve merak etmediği bir ortamda süreklilik aramıyor ve bilmediği şeye sahip çıkmıyor.
Kaldı ki bu ülkenin fiziksel geçmişi ne resim sanatına, ne tarihe ve romana yansımamış. Bu gelişme ancak cumhuriyet döneminde gerçekleşti.
Ayrıca kentlileşememiş kalabalık kitap da okumuyor. İnsanların bir konuya karşı ilgisizliği ve vurdumduymazlığı ya bilgisizlikten ya da ideolojiden kaynaklanır.
KALAN ÇOK ŞEY VAR
Bu yazı ‘nasıl olsa bir şey kalmadı’ deyiminin tümden yanlış bir değerlendirme olduğunu duyurmak için kaleme alındı. Kentlerin geçmişlerinin bugüne bıraktıkları çok şey var.
Doğrusunu isterseniz Türkiye’de anıtları, ölüleri, mezarları, türbeleri ağaçları, koruları, ırmağı, denizi olan her yerleşmenin toplumun kimliğini tanımlayan birçok öğesi hâlâ var. Cahil bir topluma harap bir eski evin, hatta bir kerpiç evin, en yeni bir gökdelenden daha fazla toplumu ve onun geçmişini temsil ettiğini anlatamazsınız.
Toplumun geçmişi denen bilgi ve duygu birikimi az okumuşta olmaz. Bu, fakir halkın karnını da doyurmaz.
Bu bilgi ve duyarlığa sahip olanlar, Cumhuriyet'in başından bu yana, devletin karar verici kademelerine ulaşamadılar. Ulaşabilenlerin de genel gidişe etkili olacak kadar politik ömürleri olmadı.
Kuşkusuz bunun fakir bir toplumun sonsuz gereksinmeleri, tarih eğitiminin yetersizliğiyle de ilişkisi çoktur. Kaldı ki yeni’nin prestiji ve simgesel statüsü, özellikle cahiller katında daima daha fazladır.
Bugün kent toprağının, onu manipüle edenler için hazine olduğu öğrenildi. Artık kimse Ankara’daki Bahçeli Evler’i, ya da Saraçoğlu evleri gibi alçakgönüllü inşaatlarla yetinmiyor. Ulaşımı olanaksız kılan, enerji gereksinmesi çok, ama yapana iyi para getiren spekülatif gök kazıyanlar inşa ediyorlar. Bunların tarihle ilişkilerini kurmak zaten akıllarına gelmiyor. Gelse bile gerçekleştirmeleri de olanaksız. Çünkü o bilgiyle yetişmediler.
KORUMA: KENT DUYARLIĞI VE BİLGİ
Bu yorum, ne ‘Evleri kerpiçten yapın!’ ne de ‘Asla gökdelen yapmayın!’ anlamına gelmiyor. Burada, tarihe karşı duyarsız, estetik duyarlığı da aynı düzeyde karar verici makamlardaki mimarlar ve idarecilerinden söz ediyoruz. Onlar hâlâ İstanbul’un bir iki imparatorluk dönemi tiyatrosunu alışveriş merkezi olarak kullanmanın, tarihi koruma perspektifleri içinde kaldığını sanıyorlar.
Koruma konusu bir bilgi ve kent duyarlığı konusudur. Bir İstanbullu tarihçi olarak, bu kentin, 5 yaşımdan bu yana 80 yılını anımsıyorum. O mahalleler tümüyle değişse de tek bir röper bana Davutpaşa’yı, Cerrahpaşa’yı, Aksaray’ı, ya da Boğaz sırtlarının yapılarla delik deşik olmamış durumlarını anımsatır.
Bunun koruma tasarımı bağlamında bir koz olduğunu anımsatmakta yarar var. İstanbul için sayısız yayının amacı bu olmasa bile, yararlı olacak bölümleri var.
Bu bağlamda bilinçlenme için Avrupa’da, Türkiye’de olmayan kaynaklar var. Romanlar, anılar, biyografiler, yerel gazete ve dergiler gibi yazılı kaynaklar. Eski yerel örgütler, iyi korunmuş kent dokuları ve evler var. Türkiye’nin kentli olmasından çok daha önce kentli olmuş toplumların biriktirdikleri görsel veriler var. Resim geleneği olan bu toplumlarda geçen yüzyıllardan kalan resimler, gravürler, fotoğraf arşivleri çok zengin bir koruma altyapısı oluşturuyor.
RESSAMLAR OLMASA, İSTANBUL’U TANIMAYIZ
İstanbul’un tarihini, Mellina, Allom, Bartlett, Lewis ve daha pek çok Avrupalı ressamın resim ve gravürleri, 19 yüzyıl fotoğrafları, hatta Avrupalı gezginlerin betimlemeleri olmasa yazamazsınız. İstanbul sokaklarını, Hoca Ali Rıza gibi ressamların resimleri olmasa, bugün elli yaşında olanlar zor anımsarlar.
Canaletto, Venedik kentinin olağanüstü perspektiflerini 18. yüzyılın birinci yarısında yapmıştı. Bu resimlere baktığınız zaman ressamın ustalığına ve çalışkanlığına şaşırdığınız gibi, Venedik’in bugüne kadar kalmış mimarisine de şaşarsınız.
Bunların karşısına Üçüncü Ahmed’in Surname’sinin Levni tarafından yapılmış minyatürlerini koyarsanız, Canaletto resimlerinde resim kalitesi, gerçekçilikleriyle bizde hiç olamamış bir kent uygarlığının boyutlarını görürsünüz. Bu resimler tarihi çevre bilincinin hangi koşullarda geliştiğini de size anlatırlar.
İSTANBUL NASIL KORUNUR?
İstanbul’un tarihi karakterinin korunması, Boğaziçi’nin Antikite’den bu yana gelen tarihi imgesini ve onun fiziksel karakterini anımsayarak kurtulur. Boğaz’daki her yeşil alanı kırpıp içine apartman yaparak kurtulmaz.
İstanbul Suriçi’nde yapılacak bir plan ya da bir yapı da, 2500 yıllık bir tarihin gölgesini düşünerek kurtulur. Bu geçmişin ruhu bir giysi ya da ayakkabı markası gibi markası olan bir kent düşleyerek kurtulmaz. Topraktan yağ çıkararak da kurtulmaz.
Türkiye’de çevre değişmesinin bir salhane’ye dönüşmesinden sonra çevre koruma konuları bir lüks haline dönüştü. Buna karşın genç kuşaklar sürekli umutsuzluk söylevleri dinlemekten haklı olarak hoşlanmıyor. Bu arada dünyada koruma ölçütleri değişiyor.
Bugün tarihi kentin tasarımı daha güçleşti. Çünkü bilinenlerin çoğu ortadan kalktı. Kentin tarihini, kullanım alanlarını, eski boyutlarını ve anı taşıyan yerlerini yakıp yıkarak ve saygısız yapılarla doldurarak yok ettik. Yeni plan yaparken amacımız, toprağı petrol gibi değerlendirmek oldu. Otomobil ise bir put oldu. 1440 hektarlık sur içine metro geçirecek delik bulamadık. Dünya tarihinin en önemli Roma limanının içinden geçirdik.
Hep eleştiri ama, yerine hangi güzel ve doğru uygulamayı göstereceğiz?
From: SELİN AYGÜN
Subject: güzel annem
Date: February 10, 2012 5:33:35 PM GMT+02:00
güzel annem...
Gönül (Atalay) Sezer, 1960’larda, Aya Yorgi yokuşunda.
Adalar’dan bir çok tescilli güzel çıkmış...
Ama bence Büyükada’nın en güzeli, annem Gönül (Atalay) Sezer.
Herkesin annesi, en güzelidir annelerin...
Sevgi ve saygılarımla,
Selin Aygün
_____________________________________________
From: SİBEL GÜVENÇ
Subject: Yan: ADALAR POSTASI-2659: kanun hükmünün inşaat cihetine çekilmesi için çaba sarfedilmektedir!... http://adalar-postasi-guncel.blogspot.com/2012/02/10-2659.html
Date: February 10, 2012 10:45:38 PM GMT+02:00
Kent Konseyi'yle ilgili bilgiler...
CHP kayıtlı üyesi olan, delege seçimlerinde koşa koşa oy kullanmaya gelen MÜRSEL POLAT'ın, ADALAR POSTASI-2659/7 (10.2.2012)'de Kent Konseyi'yle ilgili bilgileri verişindeki üslubu kınıyorum.
CHP'nin dışarıdaki düşmanlara ihtiyacı yok, görünen köy kılavuz istemez!!! Keşke kendisinin kayıtlı üyesi olduğu partisini emek vererek projeler sunarak destekleseydi ve kendi içinde eleştirseydi... Bu tarzı, bu üslubu okumak rencide ediyor insanı. Yazık!!
Sibel Güvenç
Adalar Belediyesi'nden ne haber?
FaceBook, 9.2.2012
En Yüksek Tehdit Altındaki 3 Anıt
Dünya Anıtlar İzleme Kurulu'nun (World Monuments Watch), "Dünyanın En Tehlikedeki 100 Anıtı" listesinde bulunan Büyükada Rum Yetimhanesi.
Dünya Kültür Mirasına Katkı adına lütfen "Paylaş"ın!
Dünya Kültür Mirasına Katkı adına lütfen "Paylaş"ın!
Merkezi New York'ta bulunan Dünya Anıtlar İzleme Kurulu (World Monuments Watch), "Dünyanın En Tehlikedeki 100 Anıtı" listesini açıkladı. Listeye Türkiye'den 3 Anıt Girdi: Haydarpaşa Garı, Büyükada Rum Yetimhanesi ve Erzurum'un Çamlıyamaç Köyü'ndeki Gürcü Oshki (Öşvank) Manastırı.
Dünya Kültür Mirasına Katkı adına lütfen "Paylaş"ın!
Dünya Kültür Mirasına Katkı adına lütfen "Paylaş"ın!
Ekleyen: Turistik
Milliyet-Cadde, 10.2.2012
GECENİN TEMPOSU
İSTANBUL’UN EN BAKiR YERi;
AKVARYUM
Tatile gidemedik diye hiç hayıflanmayın. İstanbul’da günübirlik en ucuz tatili keşfettim. Hem de burnumuzun dibindeki minicik bir koyda. Ulaşım, yemek, içecek dahil 30 TL. Bu işin ekonomik tarafı. Asıl heyecanlı olanıysa, bugüne kadar hiç fark edilmeyen bir yer olması. Doğal mı doğal, salaş mı salaş. Tam bir tepenin yamacında, tahta iskelesi ha yıkıldı, yıkılacak gibi dursa da yıllardır ayakta kalmayı başarmış. “Eee hadi lafı uzatma artık neresiymiş söyle” dediğinizi duyar gibiyim.
Heybeliada’nın açıklarında önce balık tutmaca
Sabahın köründe arkadaşlarla balığa çıktık. Takım teçhizat tamam, ama bizde iş yok, Heybeliada açıklarındayız. Denizi temiz görünce atlayıverdik. Su çivi gibi olunca uyanmamak mümkün değil. Fakat tekneye bir türlü çıkamıyoruz. Etrafta birkaç balıkçıdan başka bir hayat belirtisi yok. Onlar da zaten denize girdik diye ters ters bakıyor. Neyse 15 dakika sonra güç bela bünyeyi tekneye atmayı başardık. Acemi denizciler olarak bu kez demir atmayı becerememişiz. Bir türlü sabit duramıyoruz. Balık tutma kısmına hiç girmeyeyim, elimizde ne kadar yem varsa denize attıp Heybeliada’ya yanaştık. Kahvaltı biraz güneşlenme derken öğlen oldu. Ada’ya gelinir de hiç midye yenmez mi diye düşünürken, işi bilene sorduk; “Akvaryum” dedi.
Sabahın köründe arkadaşlarla balığa çıktık. Takım teçhizat tamam, ama bizde iş yok, Heybeliada açıklarındayız. Denizi temiz görünce atlayıverdik. Su çivi gibi olunca uyanmamak mümkün değil. Fakat tekneye bir türlü çıkamıyoruz. Etrafta birkaç balıkçıdan başka bir hayat belirtisi yok. Onlar da zaten denize girdik diye ters ters bakıyor. Neyse 15 dakika sonra güç bela bünyeyi tekneye atmayı başardık. Acemi denizciler olarak bu kez demir atmayı becerememişiz. Bir türlü sabit duramıyoruz. Balık tutma kısmına hiç girmeyeyim, elimizde ne kadar yem varsa denize attıp Heybeliada’ya yanaştık. Kahvaltı biraz güneşlenme derken öğlen oldu. Ada’ya gelinir de hiç midye yenmez mi diye düşünürken, işi bilene sorduk; “Akvaryum” dedi.
Sakın karadan gitmeyin
Denizden daha yakın ama karadan da gidiliyor deyince, en fazla ne kadar yürüyebiliriz diye düşünerek yola koyulduk. Yürü yürü bitmiyor. Yanımdakiler, “İki midye için yürüdüğümüz mesafe bak” diye homurdanmaya başlamışken, Akvuryum’un tahtadan yapılmış minicik tabelasını gördüm.
Akvaryum; Aile yeri
Yani biraz dikkatsiz olsam ‘Akvaryum Aile Yeridir’ yazısını görmek mümkün değil. Dik bir patikadan aşağı doğru salınıyoruz. Düşenler, ayağı kayanların iyiniyetli dileklerini duymamaz- lıktan gele gele Akvaryum’un girişine geldik. Dik mi dik bir tahta merdiven. Ama koy şahane, hiç bozulmamış.
Yani biraz dikkatsiz olsam ‘Akvaryum Aile Yeridir’ yazısını görmek mümkün değil. Dik bir patikadan aşağı doğru salınıyoruz. Düşenler, ayağı kayanların iyiniyetli dileklerini duymamaz- lıktan gele gele Akvaryum’un girişine geldik. Dik mi dik bir tahta merdiven. Ama koy şahane, hiç bozulmamış.
Girişi 7,5 TL
Orta yaşlı bir adam; “Giriş 7,5 TL ona göre” diyor. 75 TL olsa ne yazar. Bu kadar yürüdükten sonra “Midye var mı?” diye soruyorum. Hiç oralı bile olmuyor. Aşağı iniyoruz. İlk benzetme “Kelebekler Vadisine mi geldik” oluyor. Yok yok “Acun görse Survivor’u kesin burada çeker” sözcükleriyle devam ediyor. Koca kayaların arasında, midye kabuklarıyla dolu bir koy.
Şanslı 50 kişiden biri oldum
Toplam 10 masası var ya da yok. Aksi adam yanımıza geliyor. Homurdana homurdana masa ve sandalye toparlıyor etraftan. “Abi midye yemeğe geldik diyoruz”, “Biraz bekleyeceksiniz” diyor. Masamızdaki bir densiz arkadaşım, “Midyelerin güzel mi ben çok sevmem” diye söylendi. Yahu adam zaten aksi “Sen ye de sonra konuşuruz” diye söylenerek gidiyor. Bu arada herkesin keyfi yerinde, iskelede güneşlenenler, denize girenler tam bir tatil havasında ama çıt yok.
Salaş mı salaş
Derme çatma bir soyunma kabini. Servimizi veriyor. Dedim ya tam salaş çatalları görmeniz lazım. Normalde “Bu ne böyle” diyecek kadar var. Ama ne mümkün midyeleri bekliyoruz. Nihayet midyeler geliyor. “Abi tarator yok mu?” diyoruz. İnanın cevap bile vermiyor. Meğer sossuz servis ediyormuş.
Kocaman midye tabağını soluksuz yedik
Herkes koca midye dolu tabağın kıyısında midyeleri yemeğe başladık. Abartmıyorum, hiç konuşmadan o koca tabağı nasıl bitirdik bilmiyoruz. Ben hayatım boyunca bu kadar lezzetli bir midye yemedim. Eee artık aksi adamla tanışma zamanı. Adı İsmail. İsmail Ağabey’e “Biz yine midye istiyoruz” diyorum. “Zaten habersiz geldiniz, buraya gelenler telefon açarlar ona göre midye hazırlarım. Midye filan yok bitti” diyor.
Nam-ı diğer İsmail Ağabey
İsmail Ağabey kendi dalıp çıkarıyormuş midyeleri. Buraya gelenler bir gün önceden İsmail Ağabey’i arıyormuş. O da sabahtan dalıp midyelerini topluyor ve denizde bekletiyormuş. Koyun elektriği yok, suyu da yok. O yüzden bozulmasın diye fazla toplamıyor. İsmail Ağabey’in telefonunu istedim, cep telefonunu verdi. Bugüne kadar yemediğiniz kadar lezzetli midye yemek ve İstanbul’un en bakir koyunda kısa bir tatil yapmak istiyorsanız doğru Heybeliada’ya. Hesap yaptım. Deniz otobüsü, 7,5 TL, giriş 7,5 TL, bir porsiyon midye 8 TL, yanında içecek bir şey 30 TL’ye İstanbul’da şahane bir tatil yapabilirsiniz. Ama sabahtan gidin. İsmail Ağabey’in önce gönlünü kazanın. Sakın diklenmeyin yoksa aç dönersiniz.
TRT
Büyükada Sofraları-4
Selin Kutucular
işte burası Büyükada'dır...
Un yumurta ve suya elleriniz hayat verirken
yardım edecek çok komşunuz varsa etrafta
Oklavanız yüzyılların bilgisi ve emekle birleşiyorsa
Hepsinden güzeli hamur işi sofranız bereketiyle
doyuruyorsa vapur çıkışı gelip geçeni
işte burası Büyükada'dır...
Yasemin Mori: "N'olur N'olur N'olur..."