4 Ekim 2011 Salı

ADALAR POSTASI-2606: hükmü ver razıyım: / büyükada'da / o muhît-i lâtîf ü tenhâda...


* * *

ADALAR'da TARİHTE O GÜN:

4 Temmuz 1910 Pazartesi günlü, Büyükdere açıklarında bulunan Rusya Sefarethanesi emrindeki yata binen bir Hristiyan ve iki İslam kadının buradan çıktıktan sonra Büyükada'da oturan Hüdayi Bey'in hanesine girdiklerinin anlaşıldığına dair...

* * *

ADALAR'da BİR GÜN:

Büyükada'da, 26.9.2011.

* * *

ADALAR'da HAVA DURUMU:

4 Ekim 2011 Salı
Büyükada'da HAVA DURUMU*
Az bulutlu
11-21ºC
% 45-75 nem
Poyraz, KD 22km/sa
Günbatısı 07:03... Günbatışı 18:42...
* http://www.dmi.gov.tr/tahmin/il-ve-ilceler.aspx?m=BUYUKADA uyarınca


* * *
Cicely Mary Barker, The Elderberry Fairy.

* * *

1- Viktor Albukrek: "Ah, Seyrü Sefain Zeki Efendi! Güpegündüz bizden silyon feneri sorduğunda sana kafa tutardık. Ne kadar da haklıymışsın meğer..."

2- Haluk Direskeneli: "Yaz aylarında Prinkipo'da neler oluyor neler..."

3- Avni Kurtuldu: "Tut şunun ucunu döşeyelim abi!..."

4- Önünden geçerken merak edilen ancak izni zahmetli olan Patrikhane, Heybeliada Ruhban Okulu ve Selimiye Kışlası’nın da bulunduğu 47 bina kolayca gezilebilecek... Kapılar açıldı...

5- Bernard Graham: "Dear Gmail (adalar.postasi@gmail.com) user, Your E-mail emerged a winner of £ 500,000.00GBP..." :)

6- Nezih Bayraktar: "Adalar Kültür Derneği Karadağ-Hırvatistan-Bosna Hersek turu 5-9 Kasım Kurban Bayramı'nda. Müracaat..."

7- Tahsin Nâhid: "Hükmü ver razıyım: / Büyükada'da / O muhît-i lâtîf ü tenhâda..."

)O(


_______________________________________________________1

From: VİKTOR ALBUKREK
Subject: Teşekkür ve yazdıklarım...
Date: September 12, 2011 10:36:45 PM GMT+03:00
To: emine.cigdem.tugay@gmail.com

VİKTOR ALBUKREK’İN BÜYÜKADASI (1931-1961)


[VII]


Viktor ve Nimet Albukrek tekneleriyle deniz yolunda...

Her yaz mevsimi başında sandalımı denize indirdikten sonra, saatlerce, yorulmadan kürek çektiğim olurdu. Mürekkep kullanmaya başlayan bir öğrencinin parmaklarındaki lekeleriyle iftihar ettiği gibi ben de kürek çekmekten avuç içlerinde oluşan nasırlarımla gurur duyardım. Mevsimin ilk günlerinde çok acı veren bu nasırlar, deniz suyuyla piştikten sonra kalkan balığı derisindeki çıkıntılar gibi sarı renkte tepecikler halinde sertleşir ve sonraları artık acımazdı. Kürek çeken arkadaşlar arasında bu tür nasırların sertlik derecesine göre yarışmaya girişirdik.

Nimet Albukrek.

Sandalım bir yaşına geldiğinde, Yürükali ile Ada iskelesi arasındaki parkurdan artık sıkılmış, yeni ufuklar aramaya başlamıştım. 18 yaşıma gelmiştim ve Büyükada’dan, Burgazadası Deniz Kulübü’ne gidip gelmeye başlamıştım. Genelde Heybeliada’nın Asaf Plajı’nda dinlenir, denize girip kumanyamı yedikten sonra Burgazadası'na yönelirdim. Gidiş kolay idiyse de öğleden sonra esen poyraz rüzgârının yarattığı dalgalardan ötürü dönüş yolu hayli yorucuydu ve daha uzun sürerdi. Tabi ki evdekilerin bundan haberi yoktu.

Viktor Albukrek.

Burgaz Deniz Kulübü plajı açıklarında kürek çektiğim günlerin birinde, oralarda yüzmekte olan Saint Benoit okulu talebe orkestrasından tanıdığım beraberce keman çaldığımız, benden 4-5 yaş küçük olan Belkıs Galin (Hason) ile karşılaştım. Teknemi tanımak istedi, ben de onu sandalıma davet ettim. Belkıs, Burgazadası vapur iskelesinin karşısında bulunan Kaşıkadası'nın arkasını merak ediyordu. Oraya doğru açıldık ve adaya vardığımızda oranın girintili çıkıntılı berrak koylarını, balıklarını, renkli çakıl taşlı diplerini seyrederek aheste aheste kürek çekerken aniden iki yönden gelen motorlu teknelerle sarıldık.

Meğer Belkıs’ın annesi, kızının yabancı bir tekneyle denize açıldığını öğrendiğinde, kulüpten kaçırıldığını sanarak ortalığı velveleye vermiş, motoru olan dostlarını peşimize salmıştı. Küçük Belkıs, onu almaya gelen motorlu lüks teknelere itibar etmeyip kürek çektiğim sandalımda kalarak Burgazadası'na döndük. Ailemizi yakından tanıyan annesi, beni görünce rahatladı, hatta sevindi. Rüzgâra karşı kürek çekerek Büyükada’ya döneceğime, o gece evlerinde kalmamı bile teklif etmişti bana.

Nimet-Viktor Albukrek.

Saat Kulesi ile Anadolu Kulübü arasında bulunan 23 Nisan Caddesi piyasası yayalar için ne ise Molino (Değirmen) koyu da teknelerimiz için de öyle bir fiyaka yeriydi. Küpeşteleri cam gibi verniklenmiş, bronz aksesuarları kaolle pırıl pırıl parlatılmış, güneşe karşı renkli saçaklı tenteleriyle süslenmiş, arkasında minik bayraklı, zarif ahşap kürekli, sülün gibi tekneler boy gösterirken, tanışmayan insanlar bile denizci olmanın şevkiyle mutlaka “rastgele” selâmı verir veya sandallarını yan yana yanaştırıp koyu bir 'avcı-balıkçı muhabbeti'ne dalardı.

Nimet Albukrek.

Tüm tekneler yeni boyanmış gibiydi. Tek bir leke, bir çizik bulunamazdı. Su kesiminde çekilen kırmızı renkteki boya çizgisi, genç bir kızın kurdelesi gibi teknenin süsüydü. Takma motor sevdası yeni başlamıştı. Ben de geri kalmayıp iki beygirlik West-Bend marka ufak bir takma motor buldum, aldım. Hatırladığım kadarıyla 1950-1955 yıllarında bizim cemaatten Viktor Bronştayn, Mario Benmayor ve benden başka pek takma motor kullanan yoktu. Yürükali Koyu'nda, Rafael Püller, yazar eşi Gentille Arditi Püller’i kürek çekerek gezdirirdi. Bay Orhan Brand’ın Möwe teknesi ise oranın ihtişamlı demirbaşıydı. Adalılar için deniz yaşantımızın ayrılmaz hayat arkadaşı teknelerimiz ise yavrularımızdı.

Möwe, Fransızların Bateau Mouche dedikleri, büyük gemiler arasında irtibat temin eden veya yakın iskeleler arası yolcu taşıyan, bizim 'çatana' tabir ettiğimiz türden bir tekneydi. Almanya’nın Bremen tezgahlarında Lürssen firması tarafından inşa edilmişti. İkinci Dünya savaşından evvel elçi olarak Türkiye’ye gelen von Papen tarafından İstanbul’a getirilmişti ve sonraları Almanya’nın İstanbul Fahri Konsolosu ve posta pulları koleksiyoncusu Bay Orhan Brand’a intikal etmişti. Orhan Brand’ın malikanesi, Yürükali plajının arkasındaki bugün Motel olan büyük düzlükte olduğu için tekne yıllarca Yürükali koyunda demirliydi. Beyazlara bürünmüş Bay Brand, kaptan kasketiyle; gösterişli eşi, rengarenk kocaman şapkasıyla; eşinin annesi bayan Behar siyah bondolu beresiyle, devamlı teknede güneşlenirlerdi.

Deniz motoru kullananların korkulu rüyası, deniz trafiği zabıtası olan son derece sert ve aksi bir kişiliğe sahip 'Seyrü-Sefain' Zeki Bey’di. Liman idaresinin güçlü teknesiyle adalar arasında dolaşıp, motorlu sandalların ruhsat-ehliyet kontrolünü yaptığında mutlaka eksik bir edevat tespit eder, ceza keserdi. Cezaya itiraz edenlere de arka cebinden çıkardığı yıpranmış gri kaplı bir Seyrü Sefain (deniz trafiği) kanunu kitapçığında yazılı maddeleri gösterip her zaman haklı çıkmasını bilirdi. Uzaktan, trafik motorunu fark edenler, süratle kaçmaya veya büyük bir teknenin arkasına gizlenmeye yeltenirdi. Kontrolden geçenler ise cezadan asla kurtulamazdı.

Büyükbabam vefat ettikten sonra boş kalan Haydarpaşa’daki kışlık evini, annem satılığa çıkarmıştı. Almaya talip olan bir bakkal, pazarlık için kardeşiyle bize geldiğinde, kardeşinin 'Seyrü-Sefain' Zeki Bey olduğunu gördüm. Adam, vazifedeyken takındığı korkunç aksi suratını teknesinde bırakmış, kapalı salonda tatlı bir beyefendi oluvermişti. Binamızı satın aldıktan sonra denizde her daim karşılaştığımızda, hava sert ve dalgalı ise de sandalıma doğru yaklaşarak el sallar ve “Rastgele Viktor Kaptan,” diye iyi dileklerini dile getirirdi. İşte o zaman, Büyükbabamın ölümünden sonra dahi halen Haydarpaşa’daki evinden beni kolluyor hissine kapılır, beşiğinde okşanan bir bebek gibi mutlu olurdum.

Viktor Albukrek.

Heybeliada’dan Büyükada’ya yeni satın aldığım iki beygirlik takma motorumla dönmekte olduğum bir akşam vakti, vücudumu saran tatlı poyrazı hissederek rüzgâra karşı gidiyordum. Güneş yeni batmıştı ve ben motor ritmine uygun bir şarkı mırıldayarak keyif çakıyordum. Bir bulut tabakası gökteki saman yolunu örttüğünde, etraf karardı. Biraz sonra simsiyah oldu. Avucumda tuttuğum motordan tuhaf bir homurdanma hissettiysem de titreşimde anormal bir durum gözükmüyordu. Fakat, an be an, homurdanma sesi, bir kalabalığın temaşası gibi yükseliyor, yükseliyor, yaklaşıyordu. Birden başımı kaldırmak ihtiyacını hissettim. Eyvah! Kocaman bir yük gemisinin burnu, tam tepemde. Ben şarkıma dalmışken arkamdaki gemi bana yaklaşmış, pruvası (ön taraf) üzerime kadar gelmiş ve benim bundan haberim yok!

Teknem ışıksız. Işıklı olsa da artık bir işe yaramaz çünkü geminin pruvasının altındayım ve kaptan beni asla göremez. Düdük çalmadığına göre daha evvel de beni fark etmediği anlaşılıyor. Hemen sancak (sağ) tarafına kırdım. Tam gaz uzaklaşmaya çabalıyorum fakat gemi benden çok daha süratli. Bana arkadan çarpmaması için seyir hattından ayrıldım ve onun yarattığı ilk yüksek dalganın üzerine bindim. Uzun bir müddet, minnacık teknemin alabora olmaması için at sırtında gider gibi o dalganın tepesinde kalmaya gayret ettim. Şükürler olsun ki bu durumda, sular beni sabit bir açıyla yük gemisinden uzaklaştırıyordu. Dalganın hızı yatışınca, geminin uskur (pervane) suyunun girdabına girmemek için bir daha sancağa kırdım ve dalganın üzerinden indim. Ah, Seyrü Sefain Zeki Efendi! Güpegündüz bizden silyon (direğin ucundaki iz bırakan) feneri sorduğunda sana kafa tutardık. Ne kadar da haklıymışsın meğer.

Viktor Albukrek.

Yaz sıcağını arkada bıraktığımız serin günlerde başlayan dini yılbaşı Roşaşana bayramı için büyüklerimiz, akrabalarımıza bir saygı ve sevgi ifadesi olarak yapılacak ziyaretleri, zamanında yapmamızda ısrarlıydılar. Çeşitli bahanelerle geciktirip, bayram ziyaretini “Şehre indikten sonra kışlık evlerinde yaparız,” dediğimizde, babamız, bayramdan sonra yapılacak ziyaretleri ayıplar ve I. Dünya Savaşı gereği askerlik yaptığı Halep şehrinin cemaatinden anımsadığı Arapça bir atasözü söylerdi: “Me bi hubbek, me bi yiridek, biji bizirek, baad neher eleiyde,” (Eğer seversen, eğer sayarsan, bayram ziyaretine, bayramdan sonra gitme). Özetle: Bayramdan sonra bayramlaşmak, sevgi ve saygıdan yoksundur.

Musevi vatandaşlar yaz mevsiminde, Büyükada’da gösterişli bir hayat sürseler de Sukot bayramından sonra bilhassa kışın, Adalar'da kayda değer bir varlık göstermezlerdi. Burada ancak mesleklerini icra eden birkaç aile kalırdı. Onlar dahi çok soğuk havalarda, şehirde oturan yakın akrabalarına sığınırdı. Yaz kış Adalı olarak, meşhur berber İzak Erdeniz ve oğulları Jak ile Bensiyon, gazoz imalatçısı Gabay ve oğulları, eskici Nesim ve oğlu Elyo, itriyatçı Vitali Pardo’yu sayabiliriz. Çoğu kişinin, isminden dolayı Yahudi sandığı Moizis isminde bir bakkal vardı. Müşterisinin, istediği ağırlıktaki helva veya peynir parçasını tartmadan evvel göz kararıyla tam arzulandığı miktarda kesebilen bu titiz bakkal, aslen Ermeni cemaatindendi.

Bakkalların çoğu Rum cemaatindendiler ve dükkânları iskeleye yakınındaki çarşı caddesindeydi. Seyyar satıcılar, havaleli malları, eşek veya katır sırtında sattıkları gibi edevatını kendi omuzlarında taşıyan esnaf da vardı. Daha evvel belirttiğim bildik mesleklerden başka değerli el melekelerini zanaat olarak icra eden ve yalınız haftanın belli günlerinde mahallemize uğrayan: kırılan cam veya fayans eşyaya delikler açarak içlerine madeni çengeller yapıştırmak suretiyle tamir eden çinici, pamuk veya yünü gevşeterek şilteleri havalandıran hallaç, iskemle hasırını ören hünerli Romen hasırcılar, tenekeci, bileyici, lağımcı, renkli macun şekercisi, Eyüp oyuncakçısı, Edirne süpürgecisi ve üç ayaklı sehpasıyla tüm laboratuar malzemesini beraberinde taşıyan iki seyyar fotoğrafçı vardı. Bütün bu sanatkârların vitrini, gür sesleriydi.

Her biri, mahalleye vardıklarını etrafa daha iyi duyurabilmek için diğerinden daha yüksek sesle bağırarak çığırtkanlık yapardı. Bazıları ise bir zil eşliğinde, kendilerine has dokunaklı nağmeler ve hoş nakaratlarla, henüz çok uzaklardayken yaklaşmakta olduklarını belirtirlerdi. Gürültü kirliliği yoktu çünkü işini bilen bu sanatkârlar, bağıracağı zamanı çok iyi seçerlerdi ve Ada halkı o sesleri hasretle beklerdi.

Dükkân sahibi olan esnaf, mutlaka üniformayla hizmet verirdi. Bakkal, kasap, berber, kayıkçı, mesleğine yakışır şekilde giysilerle çalışırdı. Kasap, siyah kolluklu kısa boy beyaz ceket; manav lacivert renkli önlük; kayıkçı, beyaz gömlek ve siyah pantolon; bakkal ise ayaklara kadar inen, sık düğmeli, açık kahve renkli pamuklu kumaştan, prostela denilen uzun bir önlük giyerdi. Şekeri, pirinci, kuru baklagiller v.s. gibi mallarını, yan yana dizdikleri, ağzı açık çuvallardan, çinkodan bir kürekle doldurdukları kesekâğıdında satarlardı.

Yakışıklı bakkal Aleko Mandacı’nın dükkânına gittiğim bir gün, kasada oturan mavi gözlü güzel eşine ödeme yapabilmem için biraz evvel nalburdan satın almış olduğum alçı tozu dolu kesekâğıdımı, bir pirinç çuvalın üzerine koydum. Eve varıp filemi —ipten, ağ gibi örülen alışveriş torbası— boşalttığımda, alçıyı bakkalda unuttuğumu anladım. Hemen çarşıya koştum. Kesekâğıdım bıraktığım yerdeydi. Almak için elimi tam uzattığım anda, patron Kiryo Aleko, oğlu Dimitri ve orada bulunan müşteriler üzerime çullanmaz mı? Kasiyer hanım: “Min kanete, min kanete, ine yos to yatru,” (Yapmayın, yapmayın, doktorun oğludur,) diye bağırıyor, buna rağmen millet beni tartaklamaya devam ediyor. Meğer üzerime sille tokat çullananlar, unuttuğum beyaz tozun, bakkaldan satın alınmış bir ürün olduğunu sanarak, ne olduğunu keşfedebilmek için yarışa çıkmışlardı ve yarışı kazanabilmek için de her biri birer tutam alçı tozu atmıştı ağızlarına biraz evvel.

devam edecek...


_______________________________________________________2

From: HALUK DİRESKENELİ
Subject: Bir Prinkipo hikayesi...
Date: October 1, 2011 6:50:09 PM GMT+03:00
To: adalar.postasi@gmail.com

Bir Prinkipo hikâyesi...

YIL 1960'lar... Kadıyoran yokuşundaki evin üst kısmı yazboyu 3 ay kiraya verilmiş. Kiralayan, Nişantaşı'nda yaşayan bir zengin aile. Baba cerrah, anne ev hanımı, bir kız, bir oğlan. Her ikisi de İstanbul'da yabancı dille öğrenim yapan liselere gidiyorlar. Nişantaşı kozasından çıkıp Prinkipo'ya gelmişler. Anne evsahipleriyle hemen iyi ilişkiler kurmuş. Beraber çay-kahve muhabbet, beraber yemek, mutfak, baba sabah vapurla Nişantaşı'ndaki işyerine gidiyor, akşam geç saatte dönüyor.

Küçük oğlan bizim Prinkipolu komşu çocuklarla arkadaş olmuş. Denize gidiyorlar, Hristos ve Aya Yorgi'ye tırmanıyorlar, balık tutuyorlar, kendileri pişirip yiyorlar, yanında bira içiyorlar, yılkı atlarını yakalayıp eğersiz biniyorlar, Rum yetimhanesi üstünde mola veren göçmen kuşları seyrediyorlar.

Kız ayrı bir arkadaş grubunda, akşamları geç saatlere kadar onlarla beraber, günboyu sahilde veya teknede. Akşam kıyıda mehtap seyrediyorlar, yakışıklı yeşil gözlü bir delikanlı çok güzel doğaçlama gitar çalıyor. KIZ geceleri eve çok geç geliyor ve olan oluyor. KIZ, yakışıklı yeşil gözlü yerli delikanlıya aşık oluyor. Delikanlı da ona aşık ancak para yok, eğitim eksik, yaz aşkı. KIZ bir sabah torbasını topluyor, delikanlının ailesinin Maden sırtlarındaki küçük fakir evine kaçıyor.

Akşam KIZ'ın babası eve geliyor, olanları öğreniyor, polise şikâyet ediyor, evlenme yaşına gelmemiş bir kız çocuğunu alıkoymaktan delikanlıyı nezarete alıyorlar, dönem 1960'lar, öyle evlilik öncesi düzeyli beraberlik yok, baba evlenmelerini şart koşuyor ve Büyükada Evlendirme Dairesi'nde kız ile oğlan az sayıda aile efradı eşliğinde evleniyorlar, ailenin namusu kurtarılıyor, delikanlı için soruşturma düşüyor.

Sonra yeşil pancurlu bir evde oturuyorlar, 3 cocukları oluyor, çok mutlu oluyorlar, beraber yaşlanıyorlar, diye anlatmaya devam etmek çok isterdim ama gerçekler öyle değil.

Sonra YAZ bitiyor, aile Nişantaşı'na gidiyor, baba kızını NewYork'ta bir okula gönderiyor, daha sonra aile avukatları şiddetli geçimsizlikten boşanma davası açıyorlar. Dava kısa sürede sonuçlanıyor. KIZ, ABD'de mimar oluyor, oraya yerleşiyor, bir önemli mimari büroda çalışmaya başlıyor, ortakları arasına giriyor, bir Amerikalı'yla tekrar evleniyor, çocukları oluyor. Küçük oğlan babasının mesleğini seçiyor, meşhur bir operatör oluyor, ileri yıllarda babasının işyerini devralıyor. Aile daha sonraki yıllarda Prinkipo adasının Nizam yolu boyunda bir eski köşk alıp içini yeniliyor ve YAZ aylarını burda geçiriyor.

Delikanlı ne oldu derseniz, ben de bilmiyorum ama herhalde Prinkipo'da bilen vardır, o da herhalde tekrar evlenmiştir, çocukları olmuştur, belki bir yazar olmuştur, belki lokanta açmıştır... YAZ aylarında Prinkipo'da neler oluyor neler...

Prinkipolu Sisyphus


_______________________________________________________3

From: AVNİ KURTULDU
Subject: Plastik döşemeler sökülüyor...
Date: October 2, 2011 11:55:21 PM GMT+03:00
To: adalar.postasi.1@gmail.com

TUT ŞUNUN UCUNU DÖŞEYELİM ABİ!...

Adalar Belediyesi, Büyükada saat meydanı, iskele meydanı ve civarındaki dükkân önlerine plastik döşenmesi için 03/05/2011 tarihinde Encümen kararı alıyor. Gerçi anlaşmalı şirket, Encümen kararından önce esnafa döşemeye başlamıştı. Dükkân sahiplerinin yersiz itirazı ise Belediye yetkililerinin ikna (!) kabiliyeti sayesinde bertaraf edilmişti.

Yok efendim, plastik tarihi ada dokusuna uymazmış, metrekare fiyatları piyasa değerinin çok üzerindeymiş. Yok efendim, bu plastikler koku yaparmış, zamanla bunların altına böcek, fare, haşere yuva yaparmış, sağlığa zararlıymış. Neymiş efendim, Encümen kararı olmadan tehdit ve şantajla yapılan bu işten birileri mi nemalanıyor muş?

Belediyemiz bu 'saçma sapan' teorileri kıvrak zekasıyla tek cümlede bitirdi: "Eğer dükkânının önüne bu plastiği döşetmezsen, masa ve sandalyelerin bozuk zeminde düzgün duramaz ve tehlike arz eder. Dükkânının önüne masa sandalye koymak istiyorsan DÖŞETECEKSİN!"

İkna (!) olan esnafımızın büyük bir çoğunluğu sonunda döşetmek zorunda kaldı.

Böylelikle encümen kararına göre doğal ahşap görünümlü plastik (Doğan görünümlü Şahin misali) döşenen dükkân önleri ve meydan estetik bir görünüm kazanacakmış.

Yine yüce encümen kararına göre; zemindeki çökmeler ve kaldırımdaki yamukluklar bu plastik sayesinde hallolacakmış. Darısı kafalardaki yamuklukların düzeltilmesine!...

Ayrıca bu plastik öyle bir maddeymiş ki farklı geometrilere sahip mekânlarda detay çözümüne olanak veriyormuş. Böylesi mimari ve bilimsel açıklamaya hangi esnafımız karşı çıkabilir ki?

Boya bakım istemez, nem geçirmez, güneşten etkilenmez, fare böcek barındırmaz. Bitti mi? Bitmedi! %100 geri dönüşülebilir.

O zaman ne duruyoruz, haydi hep birlikte:

TUT ŞUNUN UCUNU DÖŞEYELİM ABİ!

Gelelim işin neticesine. Sezon bitti şunların altına bir göz atalım dedik. O da ne? Burhan Pazarlama'yı bile kıskandıracak şekilde çok fena ikna edilmişiz.

Haydi gelin; katılımcı, şeffaf belediyecilik anlayışıyla bu işi, esnafın, ada halkının tercihine bırakalım. Sağlıklı bir anketle çıkacak sonucu hep birlikte görelim. Tabii yüreğiniz varsa!

Tek tesellimiz bu malzemenin %100 geri dönüşümlü olması!...

Avni KURTULDU


_______________________________________________________4

Milliyet- Gündem, 30.9.2011

http://gundem.milliyet.com.tr/kapilar-acildi/gundem/gundemdetay/30.09.2011/1444825/default.htm?ref=OtherNews

Kapılar açıldı


Önünden geçerken merak edilen ancak izni zahmetli olan Patrikhane, Heybeliada Ruhban Okulu ve Selimiye Kışlası’nın da bulunduğu 47 bina kolayca gezilebilecek

Kapılar açıldı
Arkitera Mimarlık Merkezi tarafından düzenlenen, İstanbul’da, olağan koşullarda ziyaret edilmesi mümkün olmayan tarihi ve mimari öneme sahip binaların, mekanların gezilebilmesini sağlayan Açık Kapı Mimarlık Festivali’nin ikincisi, VitrA’nın desteğiyle 1-9 Ekim arasında gerçekleştirilecek. Festival kapsamında; Fener Rum Patrikhanesi, Heybeliada Ruhban Okulu, Yenikapı Marmaray Kazıları, Avusturya Başkonsolosluğu, Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi, Selimiye Kışlası, Ahrida Sinagogu, Cumhurbaşkanlığı Yazlık Köşkü, Huber Köşkü, İngiliz Hastanesi’nin de aralarında bulunduğu ve ziyaretçi olarak gezemeyeceğiniz yapılar keşfedilecek.

Rehber eşliğinde
Açık Kapı 2011 Mimarlık Festivali süresince, İstanbul’da bulunan tarihi ya da yakın tarihte inşa edilmiş, ziyaret için özel izin alınması gereken bina ve mekanlara, Türkiye’nin önemli mimarlık ofislerine geziler düzenlenecek. Böylelikle mimarlık pratiğinin İstanbul’daki ofislerde ne şekilde işlediği de katılımcılar tarafından görülebilecek. Kentin kültürel ve mimari dokusunu daha yakından tanımak isteyenler, www.acikkapi.gen.tr adresinden gezilere kayıt yaptırabilecek. Gezilerin ortalama ücreti 7 TL. Katılım için sınırlı sayıda kontenjanın bulunduğu geziler, gönüllü rehberler eşliğinde gerçekleştirilecek.

47 bina gezilebilecek
Arkitera Mimarlık Merkezi Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Yılmaz, festival kapsamında bu yıl 47 binanın gezileceğini belirterek, “Bu sayıyı önümüzdeki yıl 100’e çıkaracağız. Serbest Mimarlar Derneği ile yapacağımız işbirliği kapsamında, Ankara’da da 100 binanın mevcut gezi kapsamına alınmasını planlıyoruz. Sadece mimarların değil, dileyen herkesin katılabileceği festivale, şu ana kadar 700 kişi kayıt yaptırdı. Binaları, Bülent Tanju, Murat Germen, Ömer Kanıpak ve Korhan Gümüş’ten oluşan 5 kişilik Değerlendirme Kurulu’yla birlikte belirledik. Amacımız, içine hemen hiç girilemeyen mekanların kapısını halka açmaktı. Listemizde sinagoglar, kiliseler, konsolosluklar gibi izin alınması zor binalar da yer alıyor” dedi.

HEYBELİADA RUHBAN OKULU

HUBER KÖŞKÜ



_______________________________________________________5

From: Google Inc ©2011
Subject: (adalar.postasi@gmail.com) T h a n k y o u f o r u s i n g Gmail.
Date: September 30, 2011 8:52:41 PM GMT+03:00
To: adalar.postasi@gmail.com

Dear G m a i l user
Your E-m a i l emerged a w i n n e r of £ 500,000.00GBP. (C G P N):7-22-71-00-66-12, T i c k e t n u m b er: 00869575733664, L u c k y n u m b e r s: 12-12-23-35-40-41(12). Contact Mr. B e r n a r d G r a h a m for more details: E-mail: mrbernard.graham09@gmail.com

Sincerely,
Ms. Mary Cole


_______________________________________________________6

From: NEZİH BAYRAKTAR
Subject: Adalar Kültür Derneği Karadağ-Hırvatistan-Bosna Hersek turu/ 5-9 Kasım Kurban Bayramında
Date: September 29, 2011 6:09:44 PM GMT+03:00
To: adalar.postasi@gmail.com

Adalar Kültür Derneği 
Karadağ-Hırvatistan-Bosna Hersek turu
5-9 Kasım Kurban Bayramı'nda...

Müracaat: Adalar Kültür Derneği 0216-382 73 78
Nezih Bayraktar 0533-692 60 95
Ali Posat 0532-282 17 67

Çok teşekkürler,

Nezih Bayraktar



_______________________________________________________7


Nurullah Çetin, Tahsin Nahit ve Şiiri,


http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1255/14406.pdf

TAHSİN NAHİT VE ŞİİRİ

Fecr-i Atî edebî topluluğu (1909-1912) içinde yer alan Tahsin Nahit, 1887 yılında İstanbul'da doğdu. Gülhane Askerî Rüşdiyesi öğretmenlerin­den Yarbay Âsaf Bey'in oğlu, Düyûn-ı Umûmiyye muhasebecilerinden Mesud Bey'in anne tarafından torunu ve Faik Üstün İdman'ın yeğenidir. Eğitim ve öğrenimini Soğuk Çeşme Askerî Rüşdiyesi, Galatasaray Sulta­nîsi ve Hukuk Mektebi gibi okullarda sürdürmüştür. Ancak Galatasaray Sultanîsi ve Hukuk Mektebi'ni bitiremeden yarıda bırakarak ayrılmıştır.

Bir ara Birinci Dünya Savaşı sıralarında iaşe müfettişliği görevinde bulunmuşsa da, memuriyette fazla çalışmamış ve varlıklı bir aileye men­sup olduğundan, kendisini bütünüyle edebiyat çalışmalarına vermiştir.

Okul yıllarında kuvvetli pazularıyla ve güçlü yapısıyla jimnastikte, bisiklete binmede ve futbolda oldukça başarılı olan Tahsin Nahit, edebi­yat dersinde de kendi sınıfı içinde sivrilmiş bir öğrencidir. Fiziksel olarak sportmen yapılı olmasına rağmen, ruhsal yapı bakımından oldukça has­sas, zarif, ince, saf ve masum bir karaktere sahiptir. Fedakârlığı, arkadaş ve dost severliği, efendiliği ve iyi niyetiyle belirgin bir kişiliğe sahiptir.

Her türlü olayların onun hassas ruhunda derin etkilere sebep olması, romantikliği, sevme ve sevilme konusunda heyecanlarının ve kalbî titre­şimlerinin oldukça kabarık oluşu, onun şiirini anlamamızda birer ipucu niteliğindedir. Ayrıca onun hayatında ve sanatçı duyarlığında Büyükada önemli bir yer tutmaktadır. Büyükada'da geceleri mehtabı çamlıktan seyretmesi, ada sahillerinde dolaşıp denizde beyaz perilerin yüzdüğünü ta­hayyül etmesi, onun şiirine önemli ölçüde ilham kaynağı olmuştur.

Ne var ki Tahsin Nahit, oldukça genç sayılabilecek bir yaşta; otuz iki yaşında, önce boğazından hastalanmış ve sonra da zatürreeye tutularak Nisan 1919'da ölmüştür. Kabri çok sevdiği Büyükada mezarlığındadır.

[...]

Tahsin Nahit, şiirlerine tabiat dekoru olarak genellikle çamlıkları ve denizi konu edinmiştir. Bunda Büyükada'da yaşamasının da önemli bir et­kisi bulunmaktadır. "Dinle" adlı şiirindeki:

Hükmü ver razıyım: 
Büyükada'da
O muhît-i lâtîf ü tenhâda, 
Çamlı bir meşcerin denizlerle 
Leb be-leb olduğu sevâhilde;

mısralarıyla, "Yaz" adlı şiirindeki:

Adanın çamlı, güzel sahili üstünde, zarîf 
Bir güzel lâne-i sevda... Bu küçük köşk, bu latîf'

mısraları bu durumu ortaya koymaktadır.

[...]

Daha sonraki şiirlerinde de Tahsin Nahit, özgün şair kişiliğini oluştu­ramayacaktır. Pek fazla orijinal duygu ve hayâllere sahip olmayan şair, derinliksiz, yüzeysel ve sanat gücü zayıf şiiriyle Fecr-i Atî edebî toplulu­ğunda birinci derecede bir şair konumuna yükselememiştir. Ayrıca o, Türk şiirinde Mehmet Celâl'den sonra en belirgin ada şairlerinden birisi olarak anılmaktadır.

/

http://www.ikiyabanci.com/sairler-ve-yazarlar/15179-tahsin-nahit.html

TAHSİN NÂHİT (1887-1919)


Tahsin Nahit (d. 1887, İstanbul - ö. 12 Mayıs 1919, İstanbul), Galatasaray Spor Kulübü'nün 9 numaralı kurucu üyesidir. Hukuk eğitimi almıştır, "Adalar Şairi" olarak tanınmış bir şair ve oyun yazarıdır. Fecr-i Ati akımının bir üyesidir. Yazar ve çevirmen Mina Urgan'ın babasıdır.

Hayatı
1887 yılında istanbul'da doğdu. Galatasaray Lisesi'ni bitirdikten sonra bir süre hukuk öğrenimi gördü. Öğrencilik yıllarında edebiyat ve politikayla ilgilendi, İttihat ve Terakki Partisi'ne girdi ancak partinin çalışmalarından hoşnut olmayınca politikayı bıraktı. I. Dünya Savaşı yıllarında İaşe Müfettişliği’nde bulundu. Büyükada'da doğup yetişmiş Şahika Hanım ile yaptğı evlilikten bir kızı oldu. 12 Mayıs 1919 günü, Rakibe adlı oyunun Darülbedayi'deki provaları sırasında hayatını kaybetti. Mezarı Büyükada'dadır.

Yazın Yaşamı
Tahsin Nahid, yazın yaşamının başlangıcında şiirle ilgilendi. II. Meşturiyet'ten sonra oyun yazarlığna yöneldi. İlk şiirleri Selanik’te çıkan Çocuk Bahçesi dergisinde “T.Nahide” adıyla yayımlandı (1905). Hale, Muhit, Resimli Kitap dergilerinde şiir ve öyküleri yayımlandı. Aşiyan’da yayımlanan “Ben, Rûh-ı mağdur, Şiirlerim için, Serab-ı müstakbel, yaz gecesi” gibi manzumeleri daha geniş bir çevrede tanınmasını sağladı. Genellikle aşk üzerine şiirler yazan şaire en çok ün getiren şiiri “Adalar, Kamer ve Zühre ” oldu. Şiirlerinde Ahmet Haşim etkisi vardır. Son şiirleri Şair (1918) ve Nedim (1919) mecmualarında yayımlanmıştır.

Tiyatroya olan ilgisi onu başka yazarlarla ortak eserler vermeye yönelltti. Fecr-i Ati'nin kadn yazarlarından Ruhsan Nevvare ile üç perdelik Jön Türk adlı oyunu yazdı (1908). Bu oyun, Ferah Tiyatrosu'nda sahnelendiğinde bir sanat olayı olarak nitelendi. Ruhsan Nevvare ile Aşkımız (1907) ve Sanatkârlar isimli basılmamış birer perdelik iki komedisi daha bulunmaktadır.

Başka yazarla ortak yazdığı eserlerin en ünlüsü Şahabettin Süleyman ile birlikte yazdğı Kösem Sultan adlı tarihi piyestir (1910). Tiyatro alannda etkisi altında kaldğı Şahabettin Süleyman başka ortak eserler de vermiştir. Tahsin Nahid’i asıl tanıtan eseri üç perdelik Rakibe adlı oyundur. Rakibe, Henry Kıstemaeckers ve Eugene Delard’ın La Rivale adlı dört perdelik oyunundan adapte edilmiştir. Eser, yazarn ölümünden sonra 16 Haziran 1919’da oynandığı zaman çok başarılı sayılmıştır.

Tahsin Nahid sayısı az da olsa Fecr-i Âti ve Servet-i Fünûn mecmualarında tiyatro eleştirileri de yazmıştır.

Eserleri

Oyun
Yakarım bu şehri evlendiğin gün (1906)
Aşkımız (R. Nevvare ile, 1907)
Hicranlar (1908)
Sanatkarlar (R. Nevvare ile, 1908)
Jön Türk (R. Nevvare ile, 1909)
Firar (1911)
Kösem Sultan (Ş. Süleyman ile, 1912)
Kırk Muhafaza (Ş. Süleyman ile, 1913)
Osman-ı Sani (Ş. Süleyman ile)
Talak (Ş. Süleyman ile)
Bir Mücadele-i Hissiye (Ş. Süleyman ile)

Uyarlama
Bir Çiçek İki Böcek (Robert de Flers, Gaston de Gaillavet, Etienne Réne’nin birlikte yazdıkları “La Belle avanture”den,1917)
Rakibe(H. Kistemaeckers-E. Delard, 1919)
Akortacı (M.Thieery’nin L’accordeur’undan)
Bursalı Hâle (La tante d’Honfleur’)

Şiir
Ruh-ı bikayd (1911)
"Çocuk Bahçesi" dergisinde Fener şiiri (1905)