http://urun.gittigidiyor.com/1949-BUYUKADA-GENCLER-FOTOGRAF_W0QQidZZ20664772
* * *
ADALAR'da TARİHTE O GÜN:
3 Ağustos 1898 Carşamba günlü Büyükada'da çeşitli şayialar çıkartarak ahalinin huzurunu bozan polis hafiyelerinden Rasim, Hakkı ve arkadaşlarının hakkında kanuni muamele yapılması istirhamına dair...
* * *
ADALAR'da BİR GÜN:
Büyükada, 6/2/2005 12:01
* * *
ADALAR'da HAVA DURUMU:
14 Ocak 2009 Perşembe
Büyükada'da HAVA DURUMU*
Hafif yağmurlu
5/9ºC
% 87-96 nem
Yıldız, K 23km/sa
Gündoğuşu 07:27... Günbatışı 16:58
* http://www.dmi.gov.tr/tahmin/il-ve-ilceler.aspx?m=BUYUKADA uyarinca
* * *
Cicely Mary Barker, The Spindle Berry Fairy.
* * *
1- Dinçer Kaya: "Matmazeller'in Pastahanesi..."
2- Avedis Hilkat: "Adalar Müzesi Oluşum Komitesi, Patrik vekili Sayın Aram Ateşyan'a teşekkür ziyaretinde bulundu..."
3- Arthur Beylerian est né en décembre 1925, à Buyuk Ada (la plus grande des îles des Princes) d'Istanbul...
4- Roz Kohen: "El enverano de 1947-Prinkipo-Estanbol/En la kaza de Katerine i Rafael Benshuan. Vijitimos la kaza de Rafael Bensuan el primo de mi padre en 8 Noviembre 2007 en la Isla de Prinkipo serka de Estambol..."
ADALAR POSTASI'nın 2372. sayısında...
)O(
.........................................................1
Dinçer Kaya, "Matmazellerin Pastanesi", Yeni Defne Dergisi 255 (Haziran 2003)5-11.
MATMAZELLER'in PASTAHANESİ
Dinçer Kaya
Şehir hatları vapuru düdüğünü öttürdü, gemiyi iskeleye bağlayan halatlar çözüldü. “Yolculuk başladı,” dedi kendi kendine. Eski bir kilim sardığı, içinde yatak ve yorganının bulunduğu denk kenarda duruyordu. Vapur iskeleden ayrılana kadar gözünün önünde tutmuştu, n’olur n’olmaz diye… Gerilerde kalarak gitgide küçülen iskeleye ve köprüye baktı. Hava bugün güzel mi güzeldi, sonbahar geldiği halde gökyüzü de deniz de masmavi! Ayaklarının ucunda duran, içinde birkaç parça çamaşır bulunan eski külüstür valizi kavradı, üst kata çıkan merdivenlere doğru yürüdü. Merdivenleri çıkınca karşıdaki çay ocağının aynasında bir an kendini gördü; yanakları yük taşımaktan kızarmış, bakışları kaygılı ve üzgün… Vapur tenhaydı. Pencere yanında bir yere oturdu. Taa Bağlarbaşı’ndan onca yükü getirmek kendisini yormuştu. Sanki bir daha dönmemek üzere bilinmiyen bir ülkeye gidiyormuş gibi bir gariplik, bir hüzün çökmüştü içine. İskelede aldığı gazeteyi okumak istedi, üşendi. Vapurun penceresinden dışarıda uçan martıları seyrederken bakışları denizin küçük dalgalarına takıldı kaldı…
Yeni işine gidiyordu. İki gün önce evde annesiyle babalığının konuşmalarını anımsadı: Annesi “Çok güzel bir iş… İnsan boş durmamalı, çalışmalı, böyle aylak aylak gez dolaş, sonu var mı bu işin? Yook! İnsan bir baltaya sap olacak, değil mi efendim, yanlış mı söylüyorum acaba?”
Neşesiz bir yüzle, yere bakarak bu konuşmaları dinliyordu. Sözü annesi bitirince babalığı alıyordu: “Gözüm çıksın ki çok güzel bir iş; yemek içmek, yatmak onlardan.” Annesi onaylıyordu: “Ee daha ne olacak? Yalnız verilen emirleri hemen yapmalı, değil mi ama?” Babalığı destekliyordu: “Evlerden telefon ediyorlarmış, iki kutu pasta filanca adrese yollayın. Pasta kutularını sana verecekler, hemen verilen adrese götürüceksin. Yalnız, orada burada oyalanmak yok. Kapıyı çalarsın, saygılı bir şekilde, pastanızı getirdim efendim, dersin. Hemen yüklü bahşiş veriyorlarmış, paraya para demezsin!” Pek burasına inanmıyordu. Nasıl olur da kendisine bu kadar para kazandırırlar! O gün sözü bir annesi bir babalığı aldı… Önceleri böyle bir işte çalışmak istemiyordu, ama sonunda boyun eğdi. Bu iş biraz da kendisine macera gibi geliyordu. Peki ama hiç kimseyi tanımadığı bir adada ne işi vardı? Yoksa Ankara’ya, kendisini bugüne kadar büyütüp bakan dedesinin yanına mı dönseydi? Dedesi onu böyle işlerde çalışmaya zorlamazdı. Çocukluğunun en güzel günleri Ankara’da dedesinin yanında geçmişti. Dedesiyle tatil günlerinde Ankara’nın mesire yerleri olan Gazi Çiftliği’ne, Çubuk Barajı’na, Kayaş’a trenle, otobüsle gezmeye giderlerdi. O günleri özlemle anımsıyordu. Ama bugün seksen yaşına kadar çalışan adam işini bırakmıştı ve yarı hastaydı. Bugüne kadar hiç böyle bir işte çalışmamıştı. Pastahane nasıl bir yerdi acaba? Kimlerle çalışacaktı? Kafasının içinde buna benzer sorular dolaşıp duruyordu. Birden aklına alacağı ücret geldi, babalığıyla bu konuyu hiç konuşmamışlardı! Ne ücret vereceklerdi acaba? Herhalde haftalık, aylık bir ücret verirlerdi. Yoksa boğaz tokluğuna mı çalışacaktı? Ne demişti babalığı; “Evlerden telefonla pasta istiyorlarmış, sen götüreceksin, yüklü bahşişi alacaksın.”
Birden kendisini işe başlamış, elinde pasta kutusuyla adanın bilmediği sokaklarında adres ararken hayal etti. Aradığı adresi buluyor, kapıyı çalıp, pasta kutusunu saygılı bir şekilde teslim ediyordu. Yalnız, verilen bahşişi nasıl alacaktı? Bugüne kadar kimseden bahşiş almamıştı. Kimbilir, belki bir ücret verirlerdi! Bir fotoğraf makinesi alacak kadar para biriktirse ne iyi olurdu! Çocukluğundan beri bir fotoğraf makinesine sahip olmak isterdi. Ankara’da fotoğraf makinesi satan dükkânların önünde dakikalarca durup değişik modelde makineleri imrenerek seyrettiği olurdu. Hem istediği öyle pahalı bir şey de değildi; en ucuzundan bir kutu-makine de olurdu. İçini birden bir sevinç kapladı. Ama bu sevinci uzun sürmedi, elbisesi, ayakkabısı da iyice eskimişti. Keşke Ankara’da kalsaydı da İstanbul’a hiç gelmeseydi. Annesiyle babalığı kendisini düpedüz başlarından atmışlardı.
Vapur adalara uğradıkça aşağıda bıraktığı dengin yanına inip yerinde durup durmadığını kontrol ediyordu. İki saate yakın bir yolculuktan sonra Büyükada İskelesi gözükünce içindeki yalnızlık duygusu daha da arttı.
Vapur iskeleye yaklaşınca valizi alarak aşağıda bıraktığı dengin yanına gitti. Cebinden çalışacağı yerin adresini çıkardı: Ankara Pastahanesi, İskele Caddesi, No: 8. Bu işi kendisine babalığıyla aynı dükkânda çalışan Rum arkadaşı Aleko bulmuştu. Aleko, küçük bir kâğıda bir iki satır karalamış ve kendisine vermişti.
Telaş etmeden yolcuların çıkmasını bekledi. Omzundaki denkle aralarına karışmak istemiyordu. Vapur boşalınca dengi omzuna, valizi de eline alarak yürümeye başladı. İskele binasına gelince gazete gişesindeki kadına elindeki adresi gösterdi. Kadın, omzu üzerinden kâğıda bir göz attıktan sonra “Matmazellerin Pastahanesi, iskeleden çıkınca dosdoğru yürü, sağ tarafta göreceksin,” dedi.
Sağlı sollu dükkânların sıralandığı çarşıda biraz yürüdükten sonra ilerde sağda Ankara Pastahanesi yazılı tabelayı gördü. Küçük meydana açılan yolun sağında güzel bir yerdeydi.
Pastahanenin önüne gelince omzundaki dengi kapının yanına usulca bıraktı, bavulu da üstüne koydu, camdan içeri baktı. Büyükçe sayılacak pastahanede pek kimse yoktu. Sağ tarafta servis yerine doğru tezgâhlar, buzdolapları uzanıyor, sağ tarafta ise masalar sıralanmıştı. Temiz ve güzel bir pastahaneydi burası. İçeride söyleyeceği lafları hızla aklından geçirdi, sonra usulca kapıyı açarak içeri girdi, servis yerinin kapısında gördüğü elli yaşlarındaki kır saçlı bayana doğru yürüdü. Üç adım atmamıştı ki, tezgâhların arkasından fırlayan kendi yaşıtı beyaz önlüklü çocuk önünü kesti:
“Buyrun, ne istediniz?” diye sordu.
“Buraya kim bakıyor?” diyecekti ki... Servis kapısında olup biteni izleyen bayan, araştırıcı gözlerle bakarak:
“Ne istedin pasam?” diye sordu.
“Beni Aleko gönderdi.”
Kadın bir şey anlamamıştı. Yüzü bir şeye kızmış gibi asık suratla sordu:
“Kim Aleko?”
Hemen cebinden Aleko’nun yazdığı pusulayı çıkarıp kadına uzattı. Kadın, pusulayı okudu, yüz hatları gevşedi, sonra:
“Eşyanı getirdin?” diye sordu.
“Getirdim, kapının önünde duruyor.”
Bu sırada yanlarına, salondaki masada fötr şapkalı bir adamla oturan bayan geldi. Kır saçlı, asık yüzlü bayanla aynı yaşta olan bu bayanın yüzü sakindi. İki kadın Rumca birşeyler konuştular. Yeni gelen bayan sandalyeyi göstererek oturmasını söyledi. Sandalyeye şöylece ilişti. Bayan da masada karşısına oturdu. Yanı başlarında ne olup bittiğini merakla izleyen yaşıtı tezgâhtarı da “Sen işine bak,” diyerek savdı. Tezgâhtar çocuğun yüzünü buruşturmasından, yanlarından pek istemeye istemeye ayrıldığını sezinledi. Bayan, kendisine bazı sorular sordu, kendisi de cevaplandırdı; Ankara’da doğduğunu, 13 yaşında olduğunu, okuldan ayrıldığını, kendisine bugüne kadar dedesinin baktığını, şimdi ise İstanbul’a annesinin yanına geldiğini, daha önce böyle bir işte çalışmadığın anlattı… Bu sorulardan sıkılmıştı. Konuşma bitince iki kadın servis kapısının önünde Rumca bir şeyler konuştular. Birkaç dakika sonra asık yüzlü bayan, omzunda bir pelerin, elinde birkaç anahtarla yanına geldi:
“Gel benimle,” dedi.
Pastahaneden dışarı çıktıklarında Matmazel, kapının yanında duran denge baktı: “Taşıyabilecek misin?” diye sordu.
“Taşırım, taa Bağlarbaşı’ndan buraya getirdim.”
Hemen dengi omzuna yüklendi, eski valizi eline aldı, Matmazel önde, kendisi arkada çarşının içinde yürümeye başladılar. Dükkânların sıralandığı küçük meydanda esnaf yeni güne hazırlanıyordu. Çarşıda sola sapıp biraz yürüdükten sonra tenha bir sokağa girdiler, sonra da bir başka sokağa. Sessiz ve sakin bir sokaktı burası. Bütün yol altı-yedi dakika sürmemişti bile. İki katlı eski, ahşap, kahverengi bir evin önünde durdular. Matmazel elindeki anahtarla kapıyı açtı. Evde kimse yoktu. Tahta merdivenlerden bir kat yukarı çıktılar. Matmazel bir odanın kapısını açtı. Küçük bir odaydı burası. Sokağa bakan iki ufak penceresinden gün ışığı giriyordu. Odada, birisinde yatak serili, ötekisi boş iki somya, bir ufak tahta masa ve iki sandalye vardı. Yatak serili somyanın bulunduğu duvarda naylon torba içinde lâcivert renkli bir elbise asılıydı. Bu eşyalar pastahanede çalışan yaşıtı tezgâhtar çocuğundu herhalde. Matmazel, boş somyayı gösterdi:
“Burada yatarsın.”
Omzundaki dengi somyanın üzerine bıraktı. Serip sermemeyi düşünüyordu ki, Matmazel:
“Akşam gelince serersin,” dedi.
Eski valizi somyanın altına itti. Pastahaneyi ne kadar iyi bulduysa bu evi ve odayı da o kadar sıkıcı bulmuştu.
Yarım saat sonra önüne bir önlük bağlamış, kollarını sıvamış, pastahanenin mutfak kısmında işe başlamıştı. İki basamak merdivenle çıkılan mutfak geniş ve temiz bir yerdi. Bulaşık tezgâhı mermerden yapılmıştı. Kapının yanında tabakların alınıp verildiği servis yeri vardı. Buradan pastahanenin her yeri görülüyordu. Hemen her işe adının Eleni olduğunu öğrendiği matmazel bakıyordu. Öteki Matmazel Fotini ise pek ortalıkta gözükmüyordu. Adının Salih olduğunu öğrendiği tezgâhtar çocuk ise pek mutfak kısmına gelmiyor, salonda tezgâhın arkasında oturuyordu. Pastahanede ayrıca bir garson yoktu. Tek tük müşteriye servisi Matmazel Eleni yapıyordu. Öğleye doğru Matmazel Eleni kendisine soğan doğrattı, sonra da zeytinyağlı kuru fasulye pişirdi.
Öğle yemeğini iki Matmazel ve Salih’le hepbirlikte yediler. Matmazeller’in kendileriyle yemek yemesinden memnun olmuştu. Kuru fasulye de gerçekten çok lezzetliydi. Canı çektiği halde aç gözlü gözükmemek için fazla yemedi. Yemekten sonra Matmazel Eleni bulaşıkları yıkamasını söyledi. Salih yemekten sonra yine salona, tezgâhın arkasına sıvışmıştı. Bir ara Matmazel Eleni, yıkadığı tabaklardan birini aldı, şöyle ışığa tutarak iyi yıkanıp yıkanmadığına baktı. Bulaşıkların yıkanması bitince de Salih’i çağırdı, tabakları kurulamasını söyledi. Ama Salih bu emre “tezgâhta kimse yok,” diyerek itaat etmedi.
Matmazel Eleni kızdı, ayıplamış gibi yüzüne baktı:
“ Ayıp, çok ayıp!” dedi.
Salih’in yüzü asıldı. Hırçın bir sesle:
“Siz birisini alınca ben yalnız tezgâha bakacaktım, öyle demiştiniz.”
Bu arada tartışmayı salondan duyan öteki Matmazel Fotini mutfağa girdi. Ne olup bittiğini öğrenince, sert bir sesle:
“Gel buraya, çok ayıp!”
Salih, yine hırçın bir tavırla kendisini göstererek:
“Bu yapsın, ben yapmıyorum!” diyerek mutfaktan çıktı.
İki Matmazel bakıştılar. Salih’in böyle küstahca konuşması, itaatsizlik etmesi canlarını sıkmıştı. Daha eski olduğunu söyleyerek bulaşık gibi işleri yeni gelene bırakıyordu. İki Matmazel Rumca bir şeyler konuştular. Kendisi bu olup bitenler karşısında sakin ve telaşsız onları izlemişti. Yalnız, Salih’in davranışını beğenmemişti.
Mevsim sonbahara geldiğinden ve hafta arası olduğu için Ada’ya gezmeye gelenler azdı. Tek tük alışveriş oluyordu. Öğleden sonra yapılacak bir iş olmadığından bir tabureye oturarak tabakların alınıp verildiği servis yerinden salonu seyretmeye başladı. Asık yüzlü Matmazel Eleni dışarı çıkmıştı. Öteki Matmazel Fotini ise salonda bir masada yaşlıca bir beyle oturmuş konuşuyordu. Salih yine salonda tezgâhın arkasında oturuyordu. Nedense kendisine pek yakınlık göstermiyordu. Ne garip şimdi buraya müşteri olarak gelip otursa Matmazeller’den birisi yanına gelecek ve “Buyurunuz pasam, ne arzu edersiniz?” diye soracaktı. Ne istiyorsa söyleyecek sonra da tadını çıkararak yiyecekti. Daha sonra da önündeki boş tabağı alıp götürecekler ve tabağı kimin yıkadığını bile bilmeyecekti. Bulunduğu yerle iki adım ötesindeki salon arasında gözle görülmeyen bir duvar örülmüştü sanki.
Bir yerde uzunca bir süre kalınca sıkılırdı; gezmeyi, yeni yerler görmeyi severdi. Gezginlerin, kâşiflerin yaşamıyla ilgili kitapları büyük bir merakla okurdu. Kâşifler Âlemi adlı kitabı defalarca okumuştu. Amerika Kıtası’nı bulan Kristof Kolomb’un, Afrika kâşifleri Doktor Livingston ve Stanley’in, Kutup Kâşifleri Amundsen ile Kaptan Scott’un yaşamları kendisini çok etkilemişti. Bazen başında kolonyal şapkayla Afrika’da keşfe çıktığını düşlerdi. İşe başlayalı altı saat olduğu halde sanki aylardır, yıllardır buradaymış gibi bunalmıştı. Dünyaya hep bu daracık yerden mi bakacaktı? Sanki buradan hiç ayrılamayacakmış gibi, birden içini dehşetli bir sıkıntı kapladı. Birkaç ay önce gördüğü Define Adası adlı filmi anımsadı, filmde olaylar yüz yıl önce geçiyordu. Filmin kahramanı kendi yaşında bir çocuktu. Define bulmak için ıssız bir adaya giden gemiciler adada yıllar önce yapayalnız bırakılan bir gemici buluyorlardı. Uzun yıllar kendisinden başka insan görmemiş, saçı sakalı birbirine karışmış olan adam çocuğu görünce sevincinden deli gibi davranışlarda bulunuyordu. “Böyle şeyleri düşünmekle insanın sıkıntısı daha da artıyor,” dedi. Sanki milyonlarca insanın yaşadığı büyük bir şehirde değil de okyanusların ortasında kaybolmuş ıssız bir adada imiş gibi hissediyordu kendisini.
Akşam olup hava karardığında insanlar işten Ada’ya, eve dönüyorlardı. Bu saatlerde alışveriş biraz canlanmıştı. Gelen müşteriler bir şeyler alıp gidiyorlardı; oturmaya gelenler azdı. Yine her işe Matmazel Eleni bakıyordu.
Hava iyice kararıp akşam olunca içindeki yalnızlık, gariplik duygusu daha da arttı. Bir taburenin üzerinde oturmuş salona, dışarıya özlemle bakıyor, düşünüyordu. Bu düşünceli durgun hali Matmazel Eleni’nin de dikkatini çekmişti. Mutfağa geldiğinde o her zamanki asık yüzüyle durdu, kendisine dikkatle baktı. Durgun, tedirgin hali Matmazel’in gözünden kaçmamıştı. Bir süre gözlerini üzerine dikerek araştıran bakışlarla bakan Matmazel dayanamadı sordu:
“Neyin var, hasta mısın?”
Soruyu geçiştirmek istedi:
“Biraz başım ağrıyor. Optalidon diye bir ilâç var, o iyi geliyor, ama yanımda yok.”
Matmazel, rahatsız edici bakışlarla bir süre daha kendisini süzdü:
“Sen çok akıllı,” dedi.
Sonra mutfaktan çıkarak salondaki kasanın yanına gitti, kasadan biraz bozuk para alarak kendisini yanına çağırdı. Elindeki parayı uzatarak:
“Dışarı çık, sağ tarafa yürü, eczahane göreceksin, söylediğin ilacı al gel,” dedi.
Pastahaneden çıktı, eczahaneyi kolayca buldu. Taneyle açık olarak da satılan pembe renkli ilaçtan beş tane alarak döndü. İlacı Matmazel’e uzattı. Matmazel: “Başın ağrıyor ya, sen içeceksin.”
Eh, bir kere “başım ağrıyor,” demişti ilacı da yutmak gerekiyordu, haplardan birini içti.
Akşam yemeğini yine Matmazeller’le birlikte yediler. Gece saat 23:00’te pastahaneyi kapattılar. Salih’le birlikte kapı önünde Matmazeller’e iyi geceler diledikten sonra gündüz eşyalarını bıraktığı eve doğru yürüdüler. Çarşıda dükkânlar kapanmıştı. Gündüz renkli ve canlı olan çarşı insanın içini karartacak kadar karanlık ve ıssızdı.
Eve gelir gelmez hemen dengi çözdü, eski kilimi somyanın üzerine örttü, üzerine de yatağı serdi. Sonra da pijamasını giyip her zamanki alışkanlığıyla elini ayağını, çoraplarını yıkadı. O bu işleri yaparken Salih pijamasını giymiş, yatağın üzerinde kendisini izliyordu. İşlerini bitirince yatağa oturdu, sigara paketini Salih’e uzattı. Ama Salih sigara içmediğini söyledi. Kendisi de içmekten vazgeçti. Salih’in pastahanedeki hırçın tavrı kaybolmuştu. Yüzü güleçti, biraz bönce ama dostça bakıyordu.
“Bu bayanların kocası yok mu?” diye apansız sordu.
Salih güldü,
“Yok, hiç evlenmemişler. Bunlar matmazel.”
“Ne zamandan beri burada çalışıyorsun?”
“Altı ay oldu.”
“Memleket neresi?”
“Kastamonu. Sen nerelisin?”
“Ankaralıyım.”
“Bu işi nasıl buldun?”
Babalığı’nın arkadaşı Aleko’nun bulduğunu anlattı.
Salih’e kaç para ücret aldığını soracaktı vazgeçti. Asıl öğrenmek istediği şu evlere pasta götürmek işiydi.
“Pastaları kim yapıyor?”
“Haftada bir usta gelir yapar. Mutfağın altında atölye var. Çikolata, karamela gibi şeyleri şehirden açık alıyorlar.”
Sonunda merak ettiği konuya geldi:
“Burada evlerden pasta filan istiyorlar mı?”
Salih, bu soruyu yüzünü buruşturarak, yok öyle şey, der gibi başını havaya kaldırdı. Demek annesiyle babalığı yalan söylemişlerdi. Zaten kendisi de buna pek inanmamıştı.
Saat 24:00’ü geçiyordu. Yanında getirdiği gazeteye bir göz atmak istedi. Bir yandan da Salih’e bakıyordu. Aslında kendisi de iyice yorulmuştu. Daha doğrusu yaşamını birdenbire değiştirmekten tedirgin olmuş, gün kendisini yormuştu. Gazeteyi yüksek sesle okumaya başladı. Ama Salih esniyordu.
“Uyuyalım mı?”
“Sen bilirsin. İstersen uyuyalım. Yarın erken kalkacağız,” dedi.
Kalktı, ışığı söndürdü, yatağa girdi. Birbirlerine iyi geceler dilediler.
Başını yastığa koyar koymaz hızlı bir film şeridi gibi gün içinde olanları düşünürken uykuya daldı.
Uykusunda karışık rüyalar gördü, havada uçuyordu. Ama ne kanadı vardı ne bir şey! Saatlerce gökyüzünde uçup yeryüzünü seyrettiği halde, çayırdan, çimenden, ağaçlardan başka hiçbir canlı yaratık göremedi. Sanki dünyadaki tüm canlılar, şehirler, kasabalar, köyler yok olmuştu! Ne bir kuş, ne bir kelebek, ne bir arı, ne bir at, ne de bir medeniyet izi. Her şey yok olmuştu! Korkunç bir yalnızlık duygusu kapladı içini. Artık bu evrende yaşamanın hiçbir anlamı kalmamıştı!
Sabahleyin Salih kendisini uyandırdığında uykusunu alamamıştı, üzerinde hâlâ yorgunluk vardı. Saat altıya geliyordu. Salih’ten geri kalmamak için hemen yataktan kalktı, yüzünü bol suyla yıkadı, üzerindeki sersemliği atmak için hareketlerini hızlandırdı. Çabucak giyindi. Yatakları toplayıp evden çıktılar.
On dakikada pastahanenin önüne geldiler. Matmazeller henüz gelmediğinden pastahane açılmamıştı. Kapının önünde beklemeye başladılar. Çarşıda esnaf kepenklerini açarak yeni bir güne hazırlanıyor, İstanbul’a işe gidecekler ise iskelede toplanıyordu.
Onbeş dakikalık bir bekleyişten sonra Matmazel Eleni omzunda peleriniyle gözüktü. Matmazel’e “günaydın,” dediler.
Hemen iş önlüklerini giyip işe başladılar; büyük çaydanlığı ocağa koyup çayı hazırladılar, kahvaltı ettiler.
Sabah işe gidenlerden alışveriş için tek tük gelenler oluyordu.
Her işe bakan Matmazel Eleni’nin sorgulayan bakışları yine üzerindeydi:
“Nasıl başın ağrıyor?” diye sordu.
“Yok, ağrımıyor geçti,” dedi.
Matmazel Eleni’nin yüzündeki ifade hep aynı, sanki canı bir şeylere sıkılıyor gibi… Ama seziyordu ki Matmazel başının ağrıdığı yalanına pek inanmamıştı.
Salih, kahvaltıdan sonra yine salonda tezgâhın arkasındaki yerini aldı. Kendisi de bulaşıkları yıkadıktan sonra tabureye oturarak yine özlemle dışarıyı seyretmeye başladı. Bazen Ankara’yı, dedesini düşünüyor bazen geçmişteki bazı olaylar belleğinde yeniden canlanıyordu.
* * *
Aradan her günü birbirine benzeyen üç hafta geçti. Bu süre içinde evden kendisini arayıp halini hatırını sormamışlardı. Sanki bütün yakınlarını birdenbire kaybetmiş yeryüzünde tek başına kalmıştı. Bugüne kadar hiç böyle bir yalnızlık duymamıştı. Artık burada daha fazla kalamazdı. En iyisi yine Ankara’ya dedesinin yanına dönmekti. Yalnız, bunu Matmazeller’e nasıl söyleyecekti? Dün gel, bugün git. Onları yüzüstü bırakıyormuş gibi bir duygu vardı içinde. İşten ayrıldığını duyunca ne diyecekti annesi: “Ben demiştim, bu bir yerde çalışmaz. Serseri olacak bu!” Aslında kendisini istemeyen annesiydi. Gerçekten iyi bir adam olan babalığı ise, “ne yaparsanız yapın,” diyecekti! Ama artık annesinin yanında kalamazdı. Ankara’ya döneceğini söylerse pek ses çıkarmazlardı. Annesinin tek istediği başından gitmesiydi.
Saat 11:00’de bir vapur vardı İstanbul’a. O vapura yetişemezse bir daha buradan hiç ayrılamayacakmış gibi geldi. İşin zoru Matmazeller’e işten ayrılacağını nasıl söyleyecekti? Kendisine iyi davranan bu insanlara karşı bir mahcubiyet duyuyordu. En iyisi, “Ben ayrılmak istiyorum. Ankara’ya dedemin yanına gideceğim,” filan gibi birşeyler söylemeli. Ayrıca, vapura bilet alacak para da yoktu cebinde. Vapurun kalkmasına bir saat vardı hâlâ işten ayrılacağını söyleyememişti. Huzursuzluğu daha da arttı. Bu arada Matmazel Eleni telaşlı, huzursuz davranışlarını fark etmiş, bakışlarını üzerinden ayırmıyordu. On dakika daha geçti, artık söylemeliydi. Matmazel Eleni’nin yanına gitti:
“Ben ayrılmak istiyorum. Ankara’ya döneceğim,” dedi.
Hayret! Matmazel bu kararına hiç şaşırmamıştı. Başıyla peki der gibi bir hareket yaptı.
“Bana vapur bileti almam için biraz para verirsiniz değil mi?”
“Tabii,” dedi Matmazel.
Vapura yetişmek için zaman azalmıştı. Anahtarları alarak eve koştu. Aceleyle yatağı, yorganı kilime sarıp denk yaptı. Eşyaları yüklenip, koşar adımlarla pastahaneye geldi. Çabucak vedalaşıp bir an önce gitmek istiyordu. Matmazeller’le ve Salih’le vedalaştı. Matmazel Eleni kasadan bir miktar para alarak kendisine verdi. Matmazeller’e teşekkür etti.
Kapının önünde duran dengi yüklendiği gibi iskeleye geldi. Gişeden bilet aldı. Vapur hareket edene kadar yine dengin yanında bekledi. Sonra üst güverteye çıktı pencere yanına oturdu.
Denizde uçuşan martıları seyrederken bir ferahlık vardı içinde.
.........................................................2
From: AVEDİS HİLKAT
Subject: Adalar Kent Müzesinden Ermeni Patrikhanesine teşekkür Ziyareti
Date: January 13, 2010 4:48:10 PM GMT+02:00
To: adalar.postasi@gmail.com
ADALAR KENT MÜZESİ'nden ERMENİ PATRİKHANESİ'ne TEŞEKKÜR ZİYARETİ...
Adalar Müzesi Oluşum Komitesi, Patrik vekili Sayın Aram Ateşyan'a teşekkür ziyaretinde bulundu.
12 Ocak 2010 saat 13:30'da Serhat Baysan, Avedis Hilkat, Deniz Koç, Korhan Atay, Sosi Cindoyan'dan oluşan Komite, Sayın Ateşyan'a katkılarından dolayı teşekkür ettiler. Çok samimi bir ortamda geçen toplantıda Müze Kordinatörü Sayın Serhat Baysan ve Avedis Hilkat, Büyükada'da İlkokul, Heybeliada'da Hüseyin Rahmi Gürpınar, Burgazada'da Sait Faik Abasıyanık Müzesi olduğunu, Kınalıada'da ise müze bulunmadığını ve bunun eksikliğinin hissedildiğini, amaçlarının Kınalıada'ya müze konumuna müsait yer arayışlarını ifade ettiler.
Adalar Belediye Başkanı Sayın Mustafa Farsakoğlu'nun (Dr.), kendilerine destek olacağını söylediler ve Sayın Patrik vekili Aram Ateşyan'dan destek beklediklerini Ateşyan'ın da bu konuyu düşünecegini bildirdi.
Komite daha sonra Patrikhane'nin alt katında bulunan Sayın Ateşyan'ın yaptırdıgı Müze'yi gezdiler. Muhteşem eserlerin sergilendigi müzedeki şahaser objeler hafızalarda iz bıraktı.
.........................................................3
http://www.acam-france.org/bibliographie/auteur.php?cle=beylerian-arthur
Arthur BEYLERIAN (1925 - 2005)
Arthur Beylerian est né en décembre 1925, à Buyuk Ada (la plus grande des îles des Princes) d'Istanbul.
Il a effectué ses études secondaires à l'école Mérametdjian, au Collège des Pères Mekhitaristes de Pangalti et à l'Ecole Guetronagan. Puis, il fréquente la Faculté de Littérature et d'Archéologie de l'Université de Beyazit et obtient les diplômes suivants : Histoire des arts d'Europe (1952), Archéologie (1953), Géographie générale (1955), Histoire de l'art turc islamique (1956).
Pendant une courte période, il a assumé la direction du Séminaire "Sourp Khatch Tbrevank" (Sainte Croix) d'Istanbul.
En 1959, il émigre en France et suit des cours à la Sorbonne. En 1972, il soutient sa thèse de Doctorat de 3e cycle "Origine de la question arménienne, du traité de San-Stefano au Congrès de Berlin" (non publiée). Il a réuni et publié les archives du Quai d'Orsay dans un volume "Les Grandes puissances, l'Empire ottoman et les Arméniens dans les archives françaises (1914-1918)" et est l'auteur de très nombreux articles en arménien et en français dans les revues spécialisées et dans les journaux généralistes. Quatre ouvrages, dont sa thèse remaniée, ainsi que de nombreuses articles sont restés inédits. A Paris, il a assuré pendant de nombreuses années le secrétariat de l'Association Arménienne d'Aide Sociale (AAAS) à son siège, au 77 rue Lafayette - 75009 Paris.
C’était un spécialiste de la Question arménienne, de l'Histoire ottomane, de l'Histoire turque des XIXe et-XXe siècles et un des rares connaisseurs de la langue turque ancienne.
.........................................................4
http://judeo-spanishmemoires.blogspot.com
Judeo-Spanish Memories, Illustrations, Photos and Live Readings
I have retold my earliest childhood memories in the language they existed. Judeo-Spanish and Turkish were the two languages I learned to speak simoulaneously, yet the the very first words I heard from my parents were in Judeo-Spanish. My father, the first time he saw me said: "Esta tiene cara de melon caldudo".These were joyous words. If you knew the language and culture you would know why. I will be adding either English or Turkish translations to some of the existing memoirs.
...
ROZ KOHEN
I was born and raised in Istanbul-Turkiye. I graduated from the American College for Girls-Arnavutkoy. My most recent degree is in Information Technology-MLS in Library Science. Currently I am the assistant manager of one of the St. Louis County Library branches.
...
http://judeo-spanishmemoires.blogspot.com/2009/08/mi-ermana.html
Saturday, August 1, 2009
Mi Ermana
El enverano de 1947-Prinkipo-Estanbol/En la kaza de Katerine i Rafael Benshuan.
Vijitimos la kaza de Rafael Bensuan el primo de mi padre en 8 Noviembre 2007 en la Isla de Prinkipo serka de Estambol. Mi ermana se akodro de la fotografia tomada antes 60 anyos en el mizmo lugar. Eya me konto ke esta kaza i el enverano ke pasaron aya antes ke you nasi era una de suz primeras memorias.
Oy, los abitantes de la misma kaza son Turgut Noyan, artisto famoso i su famiya.
...
http://judeo-spanishmemoires.blogspot.com/2009/03/prinkipo.html
PRİNKİPO
Roz Kohen Drohobyczer
Es a la fin de la invyernada ke los djudyos de Estambol aziyan la primera vijita del anyo a la isla de Prinkipo, kon la entansyon de tomar un poko de aver de mar fresko.
Prinkipo syempre tuvo un atmosfer sereno i diferente de la sivdad. Esta isla era muy espesyala kon la arshitektura diferente de sus batimientos kon sus guertas.
El paseyo empesava en el debarkader. Las zinganas, ke era posible de konoserlas kon sus vestimientas de kolor, anchas i eskuriyendo, vendian flores. Las mujeres ke saliyan del vapor, vistidas a la moda de alkavo i kon guantes blankas, las merkavan a estas flores, ke eran lo mas, buketos chikos de yasemin.
Mi padre korriya al orno en la entrada de la isla ande las golores de los kurulakis i de los kurabyes se repandiyan en el aver. Madam Mariola, la ornera kon su prostela, saliya a resivirmos:
"Musyu Izak, posi se kala ise?"(1)
Una konversasyon en grego se alargava entre eyos i la gregaya del orno apuntava a mi i a mi ermana dizyendo kozas ke no entendiyamos:
"Ti naftos? Poli omorfo.. sto pedya kala ise?"(2)
Las pogachas i los biskochos en la papelera en la bolsa de mi madre, kontinuavamos verso el Otel Splendid enturado de arvoles de mimoza. Esta vijita era tambien el primer kontakto del anyo kon la aristokrasiya de la isla.
Splendid era un otel muy luksuozo dekorado kon pinturas klasikas, kon siyas de estera, tiestas de kada modo, i balkones mirando a la mar. Musyu Djivre, el patron de mi padre ke uzava d'envezes en vezes de kedarse en este otel en esta sezon mos resiviya kon muncha jantiyes i reveransas. Empesava la konversasion en grego, i despues kontinuavan en fransez. Kon mas hadras i baranas en abokandosen i ekskuzandosen.
"Je vous remercie mille fois et je m’excuse parce-que la petite, elle est timide. Monsieur Djivre, et nous ne voulons pas vous déranger."(3) Estavamos aya unos kuantos puntos i davamos la fuyida para kontinuar kon el paseyo.
La estilo de la vida grega de la isla, los muestros no eskapavan de alavarlo:
"Los gregos de Estambol i espesyalmente akeyos de Prinkipo saven todo, tyenen muncho guste i son todos muy ermozos, de kayer las bavas. Suz kazas son dekoradas kon muncho hen, son kebares(4) i hatishinases(5). Tyenen biblos i kristales evropeos."
En Prinkipo, la isla de los prenses egzilados de la aristokrasiya bizantina, kontinuavamos a sintirmos i mozotros los "aristokrates" del dia.
El primo Rafael Benshuan ke era kazado kon Madam Katerina, la grega, bivia en una kaza en Prinkipo ke era komo un palasyiko kon una vista de mar maraviyoza. Esta kaza, komo munchas kazas en la isla, teniya unos tablos muy egzotikos, tiestas ermozas, espejos i kristales, i perdes de dantela sovre las puertas anchas de las tarasas.
En la entrada de la kaza, los arvoles de agranada ,de mimoza i las ortansas eran el orgoliyo de Madame Katerina. Es estas kuryozidades ke no viyamos en muestras kazas ke me davan la empresyon ke los abitantes de la isla eran personas muy valorozas.
Las konversasyones en la kaza de Madam Katerina se azian en grego i en fransez. Los atadijos de mis paryentes kon estos primos eran muy diferentes de akeyos kon los otros myembros de famiya. Estos atadijos eran markados de una grande admirasyon kon muncho respekto.
A la tornada de la vijita en Prinkipo, los avladeros, mesklados kon munchos byervos i dichos en grego, kontinuavan kuaji toda la semana. Entre estos, "kathiyem bodi ya kalo"(6) era el mas popular.
La vida aristokrata de de Prinkipo reflektava a muestras vidas, rayos de optimismo. Estos rayos kontinuavan a aklaresermos fista ke las mimozas ke aviamos eskojido, empesavan a fanarsen en los vazos.