ADALAR'da TARİHTE O GÜN:
20 Haziran 1907 Perşembe günlü, Mabeyn-i Hümayun Tabibi Miralay Celaleddin Muhtar Bey'in Büyükada'da mutasarrıf olduğu mevkuf araziden bir miktar tarlanın mukataaya bağlanarak arsa haline dönüştürülmesine müsaade edilmesine dair...
* * *
ADALAR'da BİR GÜN:
Fotoğraf: Ugo Antonio Corintio, Büyükada sahillerinde, 2011.
* * *
ADALAR'da HAVA DURUMU:
11 Ocak 2011 Salı
Büyükada'da HAVA DURUMU*
Sisli
4-11ºC
% 70-87 nem
Gündoğusu, D 16km/sa
Gündoğuşu 07:28... Günbatışı 16:55...
* * *
Cicely Mary Barker, The Totter-Grass Fairy.
* * *
1- Selçuk Aral: "Kınalıadalı flörtüm Anjel Hacıkızyan 2005... 2010..."
2- Erdem Yücel: "Ver Lefter'e yazsın deftere!..."
3- Ülkü Özel Akagündüz: "Kınalıada’ya taşımak bahanesiyle Karaköy’deki yerinden sökülen ve sonra sırra kadem basan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii..."
4- Fügen Ünal Şen: "Pera Müzesi'ndeki sergi gizli aşkın kahramanlarını İstanbul'da buluşturdu. Sergiyi gezenlere Mexico City'deki 'Mavi Ev'in sahibi Frida ile Büyükada'daki beyaz köşkün sürgün misafiri Troçki'nin hatıraları eşlik ediyor..."
5- Nazım Alpman: "Hepimiz Gülcemal’in çocuklarıyız!..."
6- İTÜ-Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü’nde 2010-2011 yarıyılı Bitirme Projesi alan öğrencilerden bir grup Adalar Müzesi mekânlarını ve çevresini bir ‘kültür ve iletişim platformu’ olarak ele alıyor...
7- Büyükada sahillerinde...
)O(
_______________________________________________________1
From: SELÇUK ARAL
Subject: Kinaliada'daki flirt' üm Anjel Hacikizyan" (2005)
Date: January 9, 2011 12:17:39 PM GMT+02:00
To: adalar.postasi@gmail.com
Kınalıada.net, 10.1.2010
Selçuk Aral
http://www.kinaliada.net/index.php?news-406
Kınalıada'daki flörtüm "Anjel Hacıkızyan" (2005)
Foto: Selcuk Aral ©
Sevgili Kinalilar!
Günlerden bir gün Kinaliada'nin köselerinden birisinin önünden gecerken, bir kadin, bana dogru el salliyor ve "Beri gel, hele gazeteci bey!" diye sesleniyor. Yaklasiyorum, hemen bana sitem etmeye basliyor: "Burada beni görmezlikten gelip önümden gecerek gidip daglarin-taslarin, kuslarin-agaclarin resmini cekmek, sana yakisir mi?" diye devam ediyor. Yanibasindaki bahce tipi koltuga cöküyorum. Basliyor anlatmaya: "Cok seneler önce Kayseri'den göc etmisler Istanbul'a. Babasi büyükbas hayvan tüccari imis. Anadolu'dan alip topladigi hayvanlari getirir (benim dogru söyle, boyarmiy di? soruma: Valla, boyamadan diye yemin ediyor Hahaha..) satarmis. "Söyle bakim kac yasimda gösteriyorum?" diye soruyor bana. Bir kadina *tahmin ettigim* yasini söyleyecek kadar *Enayi* bir görünüsüm mü var ?" diyerek: Sorusuna, sorumla cevap veriyorum. En sonunda yasini kendi itiraf ediyor: 74! Yanimizdan bir iki hanim geciyor. (Anjel, Hava atmaya basliyor! Hahaha...) Benim "Istanbul'dan gazete icin resimlerini cekmeye geldigimden," bahsediyor. Bozmuyorum, ilerde televizyon bile olabilecegini, tasdik ediyorum. Anjel havalarda ucuyor, özel hayatindan daha cok ve detayli anlatmaya basliyor. Konusmak istediginin farkindayim, birakiyorum anlatsin, hatta kücük yorumlarla *cankulagiyla* dinledigimi hissettiriyorum kendisine.
Foto: Selcuk Aral ©
Biraz sonra resim cekme fasli basliyor. "Hadi pencereye cik, ciceklerinle beraber cekeyim," diyorum. Biraz utanip cekinmesine ragmen: Uslu mankenler gibi her dedigimi yapiyor. Bir kac poz resmini cekiyorum. "Bak beni kandirma, resmim mutlaka sizin gazetede ciksin!" diyor. Kendisine söz veriyorum ve burda da sözümü tutuyorum!
Tatli bir hafta sonu dilegiyle, hoscakalin !
Selcuk Aral
NOT: Bu konusma 2005 senesinde geciyor. Bu yaz kendisini ziyaret edip "Tanidin mi, hatirladin mi beni?" diye soruyorum. Kücük bir kiz gibi utanip, ezilip-büzülüyor. "Yazini okudum, tesekkür ederim!" diyor. Sanirim Anjel artik 76 veya 77 yasina erismis olmali. Insallah onu, Besiroglu Sokagi'ndaki köselerden birisinde bulunan evinde daha uzun seneler görürüz.
* * *
Kınalıada.net, 9.1.2011
Selçuk Aral
http://www.kinaliada.net/index.php?news-1274
Kınalıadalı flörtüm Anjel… (2010)
Telefon (avci fikrasi, pehlivan tefrikasi) veya Kinaliadali flörtüm Anjel…
Anjel (soldaki) bir komsusuyla kaynatiyor. Hahaha...
Foto: Selcuk Aral ©
Sevgili Okurlarim!
Dün aksam Italya’dan telefon eden bir arkadasim, sohbetimiz arasinda, kisa bir zaman önce yükledigim —onda olmayan— genclik fotograflarimizi —Italyan bir arkadasi tesadüfen raslayip görünce haber vermis— kendisine göndermemi rica etti. Cok gerilere gitmeye ihtiyac yok, internet cikmadan on-on bes sene evveline kadar böyle bir tesadüfü kalkip biri "gazetede okudum," diye anlatsa: uzak ihtimal olusundan dolayi kimseler inanmaz, "Masal anlatiyor, avci fikrasi, pehlivan tefrikasi, palavra falan," denir, üzerinde durulmaz, gecip-gidilirdi.
Cocugun dogusuyla birlikte telefon almak icin bir istidayla PTT’ye müracaat edildigi —telefon cikincaya kadar zaten cocuk kendi evini acacak yasa gelirdi, bu yüzden ceyizinde telefon bulunan kizlara kismet cikmasi daha kolaydi, burada biraz sisirdim ama ceyiz icin telefon gercekten yalan degil. Hahaha…, telefon devretme ticareti vardi, gazetelerin sayfalari simdilerde tatil veya turizm ilanlarinla kapli oldugu kadar cok, telefon-devir reklamlariyla doluydu, ölen kisinin geriye kalan telefonunu üzerlerine gecirebilmek icin mirascilar birbirine girerdi— devirleri yasamis Istanbullu’nun bugünlere inanabilmesi sanildigi kadar kolay degil.
Italya neresi, Türkiye veya Almanya neresi? Birakin telefon edebilmek icin Fatih’te evimizin karsisinda dikili telefon kulubesinin önündeki kuyrukta beklemek zorunda kaldigim Iceri girip, kapiyi kapadiginda, gelmeyen cevir sesi yahutta düsmeyen numara yüzünden "yeter cok konustun," diye disardan elindeki bozuk parayla —henüz ne jeton vardi ne de jeton ticareti— cama vuran emekli amca veya sisko teyzeleri hic unutmadigim gibi: Telefon etmekten vazgecip otobüse atlayip gidip-gelerek isimi hallettigimi bugün gibi hatirliyorum. Zaten insanin cok acele isi oldu mu —herkes de telefon olmadigi icin— garanti olsun, mutlak eline gecsin düsüncesiyle bizim zamanin SMS’i olan —Kisa mesaj kadar ucuz olmayan— telgrafi —normal olarak sadece bir veya iki cümlelik— "Yengen yola cikti stop 8’de Haydarpasa’da stop Selam stop" kullanirdi. Mesela dügünlerde, gelinle-damada, son dakikada postacinin resmi kiyafet ve sirtindaki deri cantasiyla sahneye cikarak cekilmis tebrik ve kutlama telgraflarini sunmasi veya mikrofanda okumasi —bahsis vaziyetleri— son derece gecerli olan adetlerden —sadece yeni zenginlerde olmayan bir moda— birisiydi.
Bundan 30-40 sene önce bu anlattiklarim bir Istanbullu icin bu kadar zor olsa da: Kinaliada’da oturup da telefonu olmayan birisi icin haberlesme-iletisim hemen hemen imkânsizdi. Iskelenin yanindaki telefonlarin önünden kuyruklar hicbir zaman eksik olmaz, bazen bilet almak icin vapur gisesinin önünde bekleyenlerinkinden cok daha uzun olurdu. Zaten Bahar’da oturup cayla demlenirken insanlarin bir gözleri hep kulubelerde olur, kuyrugun azaldigini gördükleri an —cayi yarim birakip— kulübeye kosarlardi. Arada sirada acil bir haber oldugu zaman bizim bakkal Hristo’nun ciragi eve gelip anneme "Teyze sizin icin saat 8’de telefon geldi, bir saat sonra tekrar edecekler, ustam saat 9’da burada olsunlar dedi," der annem de "eyvah mutlaka, kötü bir sey var!" diyerek telasla —iki ayagi bir papucunda— gec kalmayim diye derhal 400-500 metrelik yola düserdi. Hahaha…
Simdi icinizden biri cikip —sagolsunlar, böyleleri hic eksik olmazlar!— "Yuhhh! Be Selcuk simdiye kadar lafa girisin hic bu kadar uzun olmamisti!" dese yerden-göge kadar hakki var. En iyisi ben lafi yarim kesip konuyu bugün anlatmak istediklerime cevireyim. Sanirim sizlere Anjel’in fotograflarini ilk defa gösterip, tanismamizi http://www.kinaliada.net/index.php?news-406 anlatisimin üzerinden 5-6 sene kadar zaman gecti. Yazimi okuyan, fotograflari görünce Anjel’i taniyan bircok Kinalili, kendisine anlatip, yazilanlardan bahsetmisler. Daha sonraki görüsmelerimizde bana anlatti. Anjel’in evinin benim iskeleye giden yolumun üzerinde olusundan —gelirken-giderken mecburen önünden gecmek zorundayim— dolayi biz aramizda isi bir hayli ilerlettik. Artik ben onun beyini, oglunu —hatta komsularini— o da benim hanimi taniyor. Sayet giderken vapurun gelmesine daha vakit varsa veya dönüste elimizde tasimak zorunda oldugumuz paketlerimiz yoksa herzaman kapisinin önünden eksik olmayan sandalyelerinden birisine oturup kücük bir 'smalltalk' yapiyoruz. Hanim'la arasi benden cok daha iyi. Hatta ona ikide-bir "bak sen inceciksin, verme buna, cok yemesin, gene kilo almis," gibilerinden dedigi —irca attigi— bile oluyor. Bütün yazimiz karsilikli olarak birbirimizi davet etmekle geciyor. Benim davetime o "Ben merdiven cikamam, dizlerim agriyor, siz gelin," derken biz de "Bugün, yarin, öbürgün," deyip yazi gecirip geriye dönüyor, bir türlü firsat bulup gidemiyoruz. Sevgili Anjel, bu yaz Allah kismet ederse mutlaka sendeyiz.
Italya neresi, Türkiye veya Almanya neresi? Birakin telefon edebilmek icin Fatih’te evimizin karsisinda dikili telefon kulubesinin önündeki kuyrukta beklemek zorunda kaldigim Iceri girip, kapiyi kapadiginda, gelmeyen cevir sesi yahutta düsmeyen numara yüzünden "yeter cok konustun," diye disardan elindeki bozuk parayla —henüz ne jeton vardi ne de jeton ticareti— cama vuran emekli amca veya sisko teyzeleri hic unutmadigim gibi: Telefon etmekten vazgecip otobüse atlayip gidip-gelerek isimi hallettigimi bugün gibi hatirliyorum. Zaten insanin cok acele isi oldu mu —herkes de telefon olmadigi icin— garanti olsun, mutlak eline gecsin düsüncesiyle bizim zamanin SMS’i olan —Kisa mesaj kadar ucuz olmayan— telgrafi —normal olarak sadece bir veya iki cümlelik— "Yengen yola cikti stop 8’de Haydarpasa’da stop Selam stop" kullanirdi. Mesela dügünlerde, gelinle-damada, son dakikada postacinin resmi kiyafet ve sirtindaki deri cantasiyla sahneye cikarak cekilmis tebrik ve kutlama telgraflarini sunmasi veya mikrofanda okumasi —bahsis vaziyetleri— son derece gecerli olan adetlerden —sadece yeni zenginlerde olmayan bir moda— birisiydi.
Bundan 30-40 sene önce bu anlattiklarim bir Istanbullu icin bu kadar zor olsa da: Kinaliada’da oturup da telefonu olmayan birisi icin haberlesme-iletisim hemen hemen imkânsizdi. Iskelenin yanindaki telefonlarin önünden kuyruklar hicbir zaman eksik olmaz, bazen bilet almak icin vapur gisesinin önünde bekleyenlerinkinden cok daha uzun olurdu. Zaten Bahar’da oturup cayla demlenirken insanlarin bir gözleri hep kulubelerde olur, kuyrugun azaldigini gördükleri an —cayi yarim birakip— kulübeye kosarlardi. Arada sirada acil bir haber oldugu zaman bizim bakkal Hristo’nun ciragi eve gelip anneme "Teyze sizin icin saat 8’de telefon geldi, bir saat sonra tekrar edecekler, ustam saat 9’da burada olsunlar dedi," der annem de "eyvah mutlaka, kötü bir sey var!" diyerek telasla —iki ayagi bir papucunda— gec kalmayim diye derhal 400-500 metrelik yola düserdi. Hahaha…
Simdi icinizden biri cikip —sagolsunlar, böyleleri hic eksik olmazlar!— "Yuhhh! Be Selcuk simdiye kadar lafa girisin hic bu kadar uzun olmamisti!" dese yerden-göge kadar hakki var. En iyisi ben lafi yarim kesip konuyu bugün anlatmak istediklerime cevireyim. Sanirim sizlere Anjel’in fotograflarini ilk defa gösterip, tanismamizi http://www.kinaliada.net/index.php?news-406 anlatisimin üzerinden 5-6 sene kadar zaman gecti. Yazimi okuyan, fotograflari görünce Anjel’i taniyan bircok Kinalili, kendisine anlatip, yazilanlardan bahsetmisler. Daha sonraki görüsmelerimizde bana anlatti. Anjel’in evinin benim iskeleye giden yolumun üzerinde olusundan —gelirken-giderken mecburen önünden gecmek zorundayim— dolayi biz aramizda isi bir hayli ilerlettik. Artik ben onun beyini, oglunu —hatta komsularini— o da benim hanimi taniyor. Sayet giderken vapurun gelmesine daha vakit varsa veya dönüste elimizde tasimak zorunda oldugumuz paketlerimiz yoksa herzaman kapisinin önünden eksik olmayan sandalyelerinden birisine oturup kücük bir 'smalltalk' yapiyoruz. Hanim'la arasi benden cok daha iyi. Hatta ona ikide-bir "bak sen inceciksin, verme buna, cok yemesin, gene kilo almis," gibilerinden dedigi —irca attigi— bile oluyor. Bütün yazimiz karsilikli olarak birbirimizi davet etmekle geciyor. Benim davetime o "Ben merdiven cikamam, dizlerim agriyor, siz gelin," derken biz de "Bugün, yarin, öbürgün," deyip yazi gecirip geriye dönüyor, bir türlü firsat bulup gidemiyoruz. Sevgili Anjel, bu yaz Allah kismet ederse mutlaka sendeyiz.
Hosca ve dostca kal sevgili arkadasim, hic eksik olma emi!
Selcuk Aral (9. Januar 2011, Pforzheim – Germany)
_______________________________________________________2
Kent Haberi, 9.1.2011
Erdem Yücel
http://www.kenthaber.com/Haber/spor/Kose/panaroma/ver-leftere-yazsin-deftere--/9774f6b5-349c-4065-a253-40c82a70d927
Ver Lefter’e Yazsın Deftere!..
Ver Lefter’e yazsın deftere sözü bizim çocukluk ve gençlik yıllarımızın sloganıydı.
Milli Takımın ve Fenerbahçe’nin efsaneleşmiş yıldızı Lefter Küçükandonyadis’i sahalarda izleyenlerden biri olarak kendimi her zaman mutlu saymışımdır. Amatörlükten profesyonellikten geçiş yıllarında Türkiye’nin sevgilisi olan Lefter, Atina gezisinde rahatsızlanmış, ilk tedavisi orada yapıldıktan sonra Fenerbahçe kulübü büyük bir vefa örneği göstermiş, özel ambulans uçağı ile yurduna getirmiş ve Memorial Hastanesine yatırmıştı. Geçtiğimiz hafta içerisinde hastaneden taburcu olan Lefter, yine ambulansla Maltepe sahiline, oradan da ambulans bot ile Büyükada’daki evine götürülmüştür.
Memorial Hastanesinde düzenlenen basın toplantısında doktoru Deniz Şener Lefter’in sağlığı ile ilgili açıklama yapmıştır:
“Kendisi çok şükür sağlığına kavuştu, durumu iyi. Bir takım rahatsızlıkları ise devam ediyor. Kalp kapaklarındaki sorun ile ilgili yakın takibini sürdürmek zorundayız. Şeker hastalığı da var. Lefter’in belirli aralıklarla takip ve tedavisi devam edecek.”
Prof. Dr. Bingür Sözmez; “Bundan sonra Lefter’in kalp kapaklarıyla ilgili problemlerini yakından izleyeceğiz. Bir ameliyat düşünmüyoruz. Çok iyi tedavi edildi. Zaman zaman hastanemize tekrar kabul ederek sağlığını devam ettirebilmesi için elimizden gelen gayretleri göstereceğiz.” Açıklamasını yapmıştır.
Lefter’in rahatsızlanması üzerine Başbakan başta olmak üzere Atina Büyükelçimiz Hasan Göğüs, Türkiye’nin Pire-Atina Başkonsolosu Beyza Üntuna ve Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım kendisiyle yakından ilgilenmişlerdir. Fenerbahçe’ni yanı sıra Beşiktaş ve Galatasaray kulüpleri de ilgilerini eksik etmemiş, eski futbolcular tarafından hastanede ziyaret edilmiştir. Ne gariptir ki, günümüzde Fenerbahçe formasını giyen futbolcuların aynı ilgiyi gösterememiş, bu da vefasızlık örneği olarak akıllara yer etmiştir.
Günümüz kuşaklarının ve futbolcularının kendisini izleyememiş olmalarından ötürü yeterince tanıdığını sanmadığım, yalnızca bazılarının ismini duyduğu (ondan bile kuşkuluyum) Lefter’den yeri gelmişken söz etmenin yerinde olacağını düşünüyorum.
Futbolumuzun tek ordinaryüs unvanlı futbolcusu olan Lefter öz be öz İstanbul ve Büyükada çocuğu olup 1925 yılında dünyaya gelmiş, bir zamanların ünlü takımlarından Taksim’de futbola başlamış, askerlik görevi için gittiği Diyarbakır’dan Fenerbahçe’ye transfer olmuştur. Fenerbahçe formasını ilk kez 1947 yılında giymiş ve futbolu da yine 1963 yılında o forma altında bırakmıştır. II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa takımlarıyla çok sınırlı maçlar oynamış olmamıza rağmen ünü yurt dışına taşmış, İtalya’nın Fiorentina ve Fransa’nın Nice takımlarında oynamıştır.
Fenerbahçe ile iki kez İstanbul Profesyonel lig, üç kez de Türkiye Şampiyonluğunu yaşamıştır. 1953–1954 yılında gol kralı olmuştur. Türk Milli Takımı formasını 46 defa giymiş, 8 defa da kaptanlığını yapmıştır. Ayraca B Milli takımında dört defa yer almıştır. Altın Şeref Madalyasını ilk kez alan futbolcumuzdur.
Futbolu bıraktıktan sonra bir süre Yunanistan’ın Egaleo, Güney Afrika’nın Johannesburg takımlarında kısa süreli antrenör-futbolcu olmuş, Türkiye’ye dönüşünde Mersin İdman Yurdu, Boluspor, Maltepe, Samsunspor, Orduspor ve Konyaspor’da antrenörlük yapmıştır.
II. Dünya Savaşı nedeniyle ara verilen uluslararası maçlardan ötürü milli formayı ilk kez 1948 ‘de Atina Panatinaikos stadında giymiş, Türk Milli Takımının Yunanistan’ı 3–1 yendiği maçta bir gol atmasından ötürü fanatik Yunanlıların tepkisini çekmiş, saldırıya bile uğramıştı. Son olarak milli formayı da 1962 yılında İsrail’i 1–0 yendiğimiz özel maçta giymiş ve penaltıdan galibiyet golümüzü atmıştır. 1956 yılında dünyanın yenilmez takımlarından sayılan, İngiltere’yi bile Wembley’de gole boğan Macaristan’ı 3- 1 yendiğimiz maçta takımımızın iki golünü de Lefter atmıştır.
Futbolun ordinaryüsü unvanı kendisine verilen Lefter, futbolumuzun tesis ve saha yönünden en zor, en kötü günlerinde, toprak ve adeta betonlaşmış, kış aylarında balçığa dönen sahalarında top koşturmuştu. O günlerde ne İnönü, ne de Fenerbahçe statları bugünkü düzeyde değillerdi. Günümüzde yalnızca ismi kalan, yerine otel yapılan Şeref Stadında da ustalığını sergilemişti.
Sözcüğün tam anlamıyla bir futbol yıldızıydı. Zekâsı, pas vermekteki ustalığı ve golleriyle günümüzün paraya para demeyen yerli ve yabancı futbolcularının çok üzerindeydi. Kısacası futbolumuza biraz erken gelmişti… O günlerin sistemine göre her iki kanatta, sağ ve sol iç denilen yerlerin rakipsiz oyuncusuydu. Özellikle penaltı vuruşlarında bugünküler gibi topa şut atmaz hafif bir plase ile kaleci bir yana topu diğer yana gönderirdi.
Lefter’in futbolunu seyretmek, tek kelime ile bir zevkti. Kendimi onu çocukluk ve gençlik yıllarımda bol bol seyrettiğim için mutlu sayarım.
Türkiye’nin acı bir lekesi olan 6–7 Eylül olaylarında, o zamanki Menderes hükümetinin düzenlediği ekalliyete karşı saldırılarda, nereden çıktığı belirsiz güruhların saldırılarında Büyükada’daki evine yönelenleri bütün ada halkı karşılamış ve Onun zarar görmesini engellemişti. Bu acı olay bile Türk halkının Lefter’e gösterdiği sevgi ve saygının bir örneğidir… Yanılmıyorsam bugün evinin bulunduğu sokağa ismi verilmiş, Fenerbahçe’de de heykeli dikilmiştir. Bunlar Ona gösterilen sevginin bir nişanesidir.
_______________________________________________________3
Aksiyon Dergisi 839 1-8.1.2011),
Ülkü Özel Akagündüz
http://www.kadinhaberleri.com/index.php?content_view=20521&ctgr_id=64
[...] Karaköy Mescidi de ihya edilecek
Kınalıada’ya taşımak bahanesiyle Karaköy’deki yerinden sökülen ve sonra sırra kadem basan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii de (Karaköy Mescidi) arsası tescil ettirilen, dolayısıyla ihyası kesinleşen camilerden biri. İBB Tarihi Çevre Müdürlüğü, mescidin projelerini hazırlamış ve parselinin kamulaştırılması için Vakıflar Bölge Müdürlüğü’ne resmî müracaatta bulunmuş. Sanat tarihçisi Prof. Ahmet Vefa Çobanoğlu, Karaköy Meydanı genişletilirken numaralandırılarak sökülen caminin taşlarının hurdacılara satıldığını söylüyor. Orijinal yerinde yapılacak mescit, Karaköy’e eski kartpostallardaki görüntüsünü yeniden kazandıracak. [...]
_______________________________________________________4
Akşam- Pazar, 9.1.2011
Fügen Ünal Şen
http://www.aksam.com.tr/frida-diego-trocki-firtinali-asklarin-kahramanlari-perada-bulusuyor--10010h.html
Frida-Diego-Troçki
Fırtınalı aşkların kahramanları Pera'da buluşuyor...
Pera Müzesi'ndeki sergi gizli aşkın kahramanlarını İstanbul'da buluşturdu. Sergiyi gezenlere Mexico City'deki 'Mavi Ev'in sahibi Frida ile Büyükada'daki beyaz köşkün sürgün misafiri Troçki'nin hatıraları eşlik ediyor.
Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi bugünlerde sanatseverlerin nefesini kesen bir sergiye ev sahipliği yapıyor: Gelman Koleksiyonu'ndan Frida Kahlo ve Diego Rivera Sergisi. 20. yüzyılın kült isimlerinden Frida Kahlo ile bir dargın bir barışık yaşadığı eşi Diego Rivera'nın fırça darbelerine gizlenmiş aşkları, hayal kırıklıkları, ihanetleri, idealleri, Meksika dışında pek de sergilenmeyen 40 seçkin eserde İstanbullu sanatseverlerin dikkatli gözlerine sunuluyor.
Ancak bu büyüleyici sergi İstanbul'da farklı bir ruha da bürünüyor. Zira gizli bir aşkın kahramanlarının Mexico City'de ayrılan ruhları, belki de İstanbul'da, bu sergiyle kavuşuyor. Frida ve yasak aşkı Troçki'den bahsediyorum. Meksikalı ünlü ressam Frida Kahlo ve Rus devriminin önde gelen isimlerinden Lev Troçki'den...
Tam 74 yıl önce Mexico City'de yaşanan aşkın ev sahibi Frida'dır. Bugün müze olan 'Mavi Ev'inde ağırlamıştır Troçki'yi. Kızıl Ordu'nun kurucusu Troçki, Stalin tarafından sürgüne gönderildiğinden, kalacak yer aradığı günlerde, Diego Rivera'nın Meksika Cumhurbaşkanı'ndan aldığı özel izinle Meksika'ya gelip, Frida'nın evine yerleşmişti.
İşte ne olduysa o günlerde olmuş, zaten eşi Diego ile inişli çıkışlı bir evlilik yaşayan Frida gönlünü Troçki'ye kaptırmıştı. Çevresinde 'Zeki ve çapkın' olarak tanınan Troçki de Frida'dan gelen sinyalleri geri çevirmeyince aralarında bir ilişki başlayıvermişti. Ta ki Troçki'nin eşi bu ilişkiyi fark edip Frida'yla konuşuncaya kadar. Frida ilişkiyi bitirmişti bitirmesine ama ya bu aşkın izleri...
İlişkileri bittikten üç yıl sonra (1940) Troçki bir suikast sonucu Meksika'da, Stalin'in ajanı Ressam Siqueiros tarafından başına keser vurularak öldürüldüğünde ilk sorgulananlardan birisiydi Frida.
İşte o Frida'nın eserleri şimdi İstanbul'da, Pera'da ve bu kez ev sahibi Troçki. Zira kült ressamın ve kocası Diego Rivera'nın paha biçilmez eserlerinin sergilendiği Pera Müzesi'nin bulunduğu Beyoğlu, Ekim Devrimi'nin teorisyeni Troçki'nin sürgün olarak İstanbul'da ilk günlerini geçirdiği semttir. Sonraki yıllarda Büyükada'da, Arap İzzet Paşa Köşkü'nde yaşamış, köşk yanınca Con Paşa Köşkü'nün müştemilatına, oradan da Moda'ya taşınmıştır Troçki. 'Rus İhtilali Tarihi' ve 'Hayatım' isimli kitaplarını Büyükada, Nizam Caddesi 54 numaralı Arap İzzet Paşa köşkünde yazmış, balıkçılarla dost olmuş, neredeyse her sabah balık avına çıkacak kadar benimsemiştir bu şehri.
EFSANE PERA'DA
Biri sanat, diğeri siyaset tarihine adlarını altın harflerle yazdırmış aşıkların gizli ilişkisi, sergiyi gezenlere bir farklı bakış açısı sunabilir. Sergideki 40 seçkin eserin Meksika'nın ulusal kültür varlıkları envanterine kayıtlı olduğunu ve Meksika dışında çok az sergilendiğini de unutmamak gerek. Rengarenk Meksika kostümleri içinde bir kadın... Kalın kaşları alnında birleşmiş, zayıf bir minik beden ve daima hüzünlü bakan gözler. 'Rüyaları asla resmetmedim, canlandırdıklarım benim gerçeklerimdi' diyen Frida Kahlo'nun gerçeği neydi?
Pera Müzesi'ndeki sergide gözümüze takılan fırça darbelerini daha iyi anlayabilmek için Frida'nın yaşadıklarını hatırlamamız gerekir.
Ünlü ressamın asıl doğum yılı 1907'dir. Ama o kuvvetli siyasi görüşleri nedeniyle sonraki yıllarda doğum tarihini Meksika Devrimi'nin başlangıç yılı olan 1910'a çevirmişti. 1914'te geçirdiği çocuk felci yüzünden bir bacağı diğerinden kısa kalmıştır Frida'nın. İyi bir öğrencidir. Üniversiteye hazırlanmak için girdiği Ulusal Hazırlık Okulu'nun toplantı salonunda, sonradan evleneceği 'Meksikalı Michalangelo' olarak tanınan ressam Diego Rivera'yı 'Yaratılış' isimli tablosunu yaparken izlemiştir.
18 yaşındayken geçirdiği trafik kazasıyla hayatının akışı değişir. Kaza anında bir demir, bedenini neredeyse deler geçer ve Frida uzun tedavi döneminde yatağa bağımlı kalır. Bu aynı zamanda, bugün eserleriyle milyonlarca kişiyi büyüleyen ressam Frida'nın doğumudur da. Zira o günlerde Frida yatağının tavanındaki aynaya bakarak oto-portreler yapmaya başlamıştır. Sonraki yıllarda resimlerinde o kadar ustalaşmıştır ki, Pablo Picasso, 'Biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz' demiştir.
Frida neler yaşamadı ki: Hayranı olduğu Diego Rivera ile evlendi. Bu evlilik o dönemde 'Bir fille bir güvercinin birleşmesi' olarak değerlendirilmişti. Komünist Parti'ye üye oldu. Resimleri ilgi görmeye başlayınca New York'a gidip bir süre orada yaşadı. Diego'yla ilişkileri fırtınalı sürüyordu. 'Efsanevi aşıklar' da onlardı, 'Düşman aşıklar' da... Birbirlerinin sanatına duydukları hayranlık aralarındaki çekimi sürekli canlı ve şiddetli tutuyordu. Ama çatışmaları da, kavgaları da hatta ihanetleri de aynı şiddetle yaşanıyordu. Bir an geldi, Diego'nun çapkınlıklarına artık dayanamadığından boşandı. Bu arada kendini yeni ilişkiler içinde buldu. Sağlığı sürekli bozuktu. Sayısız belkemiği ameliyatı geçirdi. Bir dargın bir barışık ilişkileri sırasında her ikisi de başkalarıyla ilişki yaşarlar ama boşandıktan bir yıl sonra birbirlerinden kopamayacaklarını anlayarak ikinci kez evlenirler.
Hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği 'La Casa Azul'da yani 'Mavi Ev'de, 13 Temmuz 1954'te öldüğünde ardında her gün büyüyen bir efsane bırakmıştır.
Troçki'nin beyaz köşkü
Sürgündeki dört buçuk yılını Büyükada'daki Arap İzzet Paşa Köşkü'nde geçiren Lev Troçki, köşkte yangın çıkınca birkaç sokak aşağıdaki bir müştemilata taşınmıştı. Troçki, Ada'daki günlerini çoğu zaman balık avlayarak geçirmişti.
Kaçırmamak gerek
Frida ve Diego gibi efsanevi sanatçıların sergisi kadar, 20 Mart'a kadar sürecek olan sergi süresince gerçekleştirilecek söyleşiler de kaçırılmayacak kadar değerli. Bunlardan birisi Cristina Kahlo'nun konuşmacı olarak katıldığı... 19 Şubat Cumartesi günkü söyleşiye katılacak olan Cristina Kahlo, Frida'nın kardeşi Cristina'nın torunu.
_______________________________________________________5
From: İSMAİL HAZER
Date: January 8, 2011 11:10:04 PM GMT+02:00
Gülcemal’in Çocukları!
Yaklaşık bir buçuk yıl önce, 2009’un Nisanında Girit’in Resmo kentinde eskiden Türklerin yaşadığı mahallenin dar sokakları arasında cumbalı ahşap bir eve girmiştik. Her yanı özenle restore edilmiş bu üç katlı konak Anadolu’dan gelen Rumlara ait belgeler, giysiler, eşyalarla doluydu.
Girit’te yaşayan Anadolu Rumları bu eski Türk evini Mübadele Müzesi haline getirmişlerdi. Heyecanla müzenin salonlarını gezerken İZ TV kamerasına şunları söylemiştim:
-Mübadele’nin izleri olanca canlılığıyla burada yer alıyor. Kimlikler, sevk belgeleri, tapu kayıtları, fotoğraflar, yazmalar, yemeniler, müzik aletleri her şey buram buram Anadolu kokuyor. Bunu çok açık olarak hissedebiliyorsun.
Anonsun son cümlesi de şöyleydi:
-Türkiye’de böyle bir müze henüz yok. Dilerim Türkiyeli mübadiller de böylesi bir müzeyi inşallah yapabilirler…
Aradan bir buçuk yıl geçti. Toplumsal hafızanın acı, umut, çile dolu anılarından oluşan Mübadele Müzesi İstanbul’un Çatalca ilçesinde 20 Aralık Pazartesi günü son derece görkemli bir törenle açıldı.
Mübade için sözlülerde “karşılıklı olarak yapılan değiş-tokuş” yazıyor. 1923’teki bu büyük olaya kadar mübadele hayvan ve mal değiş tokuşu için kullanılıyordu. Tarihte ilk kez Türkiye ve Yunanistan arasında varılan 30 Ocak 1923 tarihli anlaşma ile insanları da kapsar hale geldi. Bu bile mübadelenin ne kadar acı olduğunu göstermiyor mu?
Lozan Mübadilleri Vakfı, Çatalca Belediyesi ve 2010 İstanbul Kültür Başkenti Ajansı’nın ortak çabasıyla Çatalca’da büyük bir tarih mabedi oluşturuldu. Mübadele Müzesi’nin Çatalca’da vücut bulmasının ayrı bir önemi var. Çünkü Çatalca tam anlamıyla bir mübadil kasabası konumunda bulunuyor.
Müzeye ev sahipliği yapan tarihi bina eskinden burada yaşayan Rumlar tarafından yerleşimin tavernası olarak kullanılıyormuş. Sonra Ziraat Bankası’na ev sahipliği yapan bina, Ölçer ailesine geçiyor. Onlar da buradan depo olarak istifade etmişler. Müze gündeme gelince ailenin büyüğü işadamı Ertuğrul Ölçer, hiçbir bedel talep etmeden ellerindeki bu yapıyı organizasyona tahsis ediyor.
İşini güzel yanı şu: Ölçerler mübadil değil. 1400’lerden itibaren Çatalca’da yaşayan köklü bir Osmanlı ailesi… Bir başka şıklık da Ertuğrul Bey’in Milliyetçi Hareket Partisi’nin önde gelen şahsiyeti olması… Bir dönem Çatalca Belediye Başkan Yardımcısı olarak görev yapan Ölçer, 1994’te de başkan adayı oluyor. Seçmenlerine bütün kentin tarihi SİT alanı ilan ettirme vaadinde bulunuyor. Bu yüzden de seçimi kaybediyor. Çünkü eski binaların sahipleri bunların bir an önce yıkılıp yerine çok katlı apartmanlar yapılmasını arzu ediyorlar.
Peki ya tarih, kültürel miras ne olacak?
Türkiye’de böylesi değerlerin para karşılığı olmadığından kimse önemsemiyor. Lozan Mübadilleri Vakfı müze için çalışmalara başladığında Ertuğrul Bey “ durun bakalım bu işte ben de varım” diyor:
-Ama önce bu vakıf neyin nesi, bir araştıralım!
Pazartesi günü Ertuğrul Ölçer’e “kışkırtıcı” bir gazeteci sorusu yöneltiyorum:
-Bu vakfın önde gelen bütün yöneticileri eski DEV-GENÇ’li ünlü solculardan oluşuyor, bunları da öğrendiniz mi?
Ölçer, faydalı işler söz konusu olduğunda siyasi kimliklerin nasıl ikinci plana itildiğini anlattı:
-Ben Çatalca için bir şeyler yapmak istiyordum. Siyaset toplum içindir. Eğer faydalı olacaksa parti rozetlerinin fazlaca anlamı yok. Birlikte iyi işler yapabilecektik. Bunun ilk adamını attık. Bu müze hem Çatalca için, hem Türkiye için yüz akı bir girişimdir.
LMV Başkanı Ümit İşler, son derece kısa açış konuşmasında o kadar çok isim zikredip sahneden çekildi ki, bu hali bile başlı başına büyük bir alkışı hak ediyordu. Müze organizasyonunun başında olan Atilla Karaelmas, 1970’de Gediz depremine ilk koşan DEV-GENÇ’li jeoloji öğrencisi olduğu dönemki kadar heyecanlıydı. Tevazuu dolu kimliğini konuşturarak herkesin hakkını tek tek teslim etti:
-Bu müzenin oluşumunda emeği geçen çok önemli insanlar var. Onlar olmasıydı, müzemiz ortaya çıkmazdı. Onları buraya davet ediyorum!
Sonra da emek dolu insan isimlerini sıralamaya başladı:
-Çatalca Belediye Başkanı Cem Kara, 2010 Ajansından Yeşim Kartallar, LMV Genel Sekreteri Sefer Güvenç ve eşi Kudret Güvenç, restorasyonu yöneten mimar Nuzhet Ak, mimar Sadrettin Soylu, Fen İşleri Müdürü Erhan Güzel, binayı bize tahsis eden Ertuğrul Ölçer, Nuri Usta ve tüm Kaleiçi halkı… Bu müze onlar sayesinde yapılabildi. Hepsine tek tek ve ayrı ayrı teşekkür borçluyuz.
Mübadele Müzesi Türkiye için bir gurur kaynağı olacak. Bu kesin… Ama Çatalca’nın çok kısa zamanda uluslararası bir çekim merkezi olacağını tahmin etmek için kâhin olmak gerekmez. İlk gün Yunanistan’dan gelen mübadil çocukları müzenin yan tarafında oluşturulan Mübadele Meydanı’nda Türkiyeli kardeşleriyle birlikte kasap oynarken yakın gelecek için dostluk dolu buluşma mesajları veriyorlardı.
İstanbul Patriği Bertolomeos’un da hazır bulunması bu gelişmenin ilk işaretlerini taşıyordu.
Atilla Karaelmas müzenin en ayrıcalıklı parçası olarak Mübadele sırasında Yunanistan limanlarından İstanbul’a göçmen taşıyan ünlü gemi Gülcemal olduğunu söyledi. Onun maketini İzmirli Lüsyen Arkas’tan temin etmişlerdi. Müdadiller için bu geminin kutsal bir işlevi vardı. Onun sayesinde hayattaydılar. Bu yüzden kendilerini açıklarken uğurlu geminin yerini şöyle teslim ediyorlardı:
- Hepimiz Gülcemal’in çocuklarıyız!
http://www.adalarmuzesi.org/cms/index.php/component/content/article/1-son-haberler/142-itu-mimarlk-ogrencileri-mezuniyet-projelerinde-adalar-muzesi-hangar-binas-tasarm-calisiyor
İTÜ Mimarlık öğrencileri mezuniyet projeleri Adalar Müzesi
İTÜ Mimarlık öğrencileri mezuniyet projelerinde Adalar Müzesi Hangar binası ve çevresi üzerine fikir projeleri üretiyor
İTÜ-Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü’nde 2010-2011 yarıyılı Bitirme Projesi alan öğrencilerden bir grup Adalar Müzesi mekanlarını ve çevresini bir ‘kültür ve iletişim platformu’ olarak ele alıyor. Müzeye daha zengin tasarım örnekleri sunuyor.
Bitirme ödevini oluşturacak bu tasarımın hedefleri arasında, ‘Yeni müzecilik’ kavramının tartışmalarıyla birlikte geliştirilmesi, Adalar’a ait belleğin paylaşılacağı bir Adalar Müzesi kurgulamak, Adalar’daki iletişimi ve kültürel/kentsel yaşamı zenginleştirmek, etki alanıyla tüm İstanbul’un kültür platformunu da Adalar’a çekebilecek bir paylaşım-iletişim merkezi bir aktivite odağı oluşturmak. Temel hedef, ortak yaşam, iletişim, paylaşım alanı olarak günümüz kentsel belleğinin, kentsel mekanının ve kültür-sergi-tanıtım mekanlarının tartışılmasıdır.
Mevcut durumda Müzenin kalıcı alanı olarak, Aya Nikola Mevkii’ndeki eski helikopter hangarı alanı tahsis edilmiş, alandaki yapı dönüştürülerek Müze kullanımına ayrılmıştır, ancak bu mekanın boyutsal olarak müze kullanımı için son derece yetersiz kaldığı düşünülerek, çalışma alanı olarak bu yapının çevresindeki alanla birlikte kıyı alanını da içerecek biçimde daha geniş bir çevre çalışılmak üzere öğrencilere verilmektedir.
Temel yapılaşma alanı Büyükada Aya Nikola Mevkii olmakla birlikte, Müze’nin öğrenciler tarafından önerilecek Büyükada’nın çeşitli kamusal alanlarına çeşitli parçalar-uzantılarla taşması, yayılması öngörülerek, bütünleşik olarak tasarlanması beklenmektedir. Öğrenciler Büyükada içinde seçecekleri çeşitli konumlarda (meydan, yol, iskele, toplanma alanı), birbiriyle bağlantılı bir kurgu halinde sergileme ve etkinliklere mekan sağlayabilecek olası yerler için öneri ve senaryolar geliştireceklerdir. Müze’ye ulaşım güzergahı, ulaşım biçimi, rota üzeri çeşitli tasarlanacak öneri noktalar da bu çerçevede değerlendirilerek öneriler getirilecek, alternatif ulaşım biçimleri ve güzergahları da düşünülebilecektir.
Bitirme Ödevi jürisi, Prof.Dr.Hülya Turgut ve Y.Doç.Dr. Fatma Erkök yürütücülüğünde İTÜ Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü öğretim üyelerinin (Prof. Dr. Oğuz Cem Çelik, Yrd. Doç. Dr. Meltem Aksoy, Yrd. Doç. Dr. Nurbin Paker, Araş. Gör. Cenk Dereli) yanı sıra, Adalar Müzesi çalışma ekibinden Müze Proje Yöneticisi ve Küratoryal Kurul Üyesi Deniz Koç ile İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Kültürel Miras ve Müzeler Direktörü, CAMOC Başkanı ve Müze Küratoryal Kurulu Üyesi Suay Aksoy’un da katılımından oluşmaktadır.
Bu konunun çalışıldığı Bitirme Ödevi grubu 25 öğrenciden oluşmaktadır. Bitirme Ödevi süreci, 22 Aralık 2010 tarihlerindeki ara jürilerden sonra, 26 Ocak 2011’deki yarıyıl sonu jürisiyle sonlanacak ve Adalar halkınının da katılabileceği bir sergiye dönüştürülecektir.
Büyükada sahillerinde...